YAŞLANDIK MI NE?

71 yaşında birisi olarak yazımın başlığındaki soruyu kendi kendime sorduğumda “Ne yaşlanması, insan hissettiği yaştadır” klişesine bel bağlayarak bir teselli koridoruna girmek isterdim. Ama “Ne sandın ki? Her şey eskisi gibi olacak değil ya” türünden cevap herhalde daha gerçekçi olur diye düşünüyorum.

İnsanın gelişim dünyasının son evresi olarak düşünebiliriz yaşlılığı. Bundan önceki evrelerde insanlar mutluluğu bir sonraki evrede aramak gibi bir yol izleyebilir. Çocukken gençliği, gençken yetişkinliği, yetişkin olup iş hayatına atıldıktan sonra da emekliliği hayal eder durur. Emeklilik ile yaşlılık da çoğu zaman aynı anlamda kullanılır. Ama o noktaya gelindiğinde umut bağlanacak bir sonrası dönem yoktur artık. Sadece bu dönemin içinde kalarak ve bu dönemi tanıyarak kaliteli bir yaşamı sürdürmek gibi bir zaruretle karşı karşıya kalır. O zaman da bu evre ile ilgili ne kadar az şey bildiğini fark eder.

Gerek öğrencilik yıllarımızda ve gerekse mesleki yaşantımızda görevimiz gereği çocuk psikolojisi, ergen psikolojisi, yetişkin psikolojisi gibi alanlarda birçok yayın okuduk. Herhalde yaşlılık yetişkinliğin bir parçası olarak kabul edilmiş olacak ki bu konuya ilişkin literatüre fazla rastlamadım. Veya vardı da bu yaşam evresinin bizim uzağımızda olduğu düşüncesi ile okuma fırsatı bulamadık. Ama hayatın akışı içerisinde bazen etrafı gözleyerek, bazen ulaşabildiğim yayınları okuyarak, bazen de bizzat yaşayarak bu evreyi tanımaya çalışıyorum.

“Yaşlanma ve yaşlılık” adlı bir kitabı bu yaz okudum. Alen Duben’in derlemesi olan ve Bilgi Üniversitesi yayınlarından olan bu kitapta birçok akademisyenin yaşlılığın çeşitli yönlerini anlatan yazıları var. Bu kitapta akademisyenler yaşlılığa nöroloji, psikoloji, sosyoloji, ekonomi, hukuk ve medya perspektifinden yaklaşmaktadır. Bana kitabı hediye eden değerli aile dostumuz Nöroloji uzmanı Dr. Gülüstü Salur da yaşlılığa kendi alanı ile yaklaşımını kaleme almış. Dr. Gülüstü Salur aynı zamanda 65+ Yaşlı Hakları Derneğinin kurucularındandır. Gerek bu kitapta okuduklarım gerekse Yaşlı Hakları Derneği’nin çalışmalarından kazandığım farkındalık ile kendimi ve çevremi yaşlılıkta yaşanan değişiklikler ile ilgili inceler halde buldum. Bir yaşlılık hikayesi diye tanımlanabilecek bu yazıları bir yandan Sayın Dr. Gülüstü Salur ile paylaşırken diğer yandan zamana kayıt düşmek adına bloğumda paylaşmayı da uygun buldum.

Pandemi sürecini herkes biliyor ki -uzun süre kendilerine konan sınırlamalar nedeniyle- yaşlılar çok daha farklı bir atmosferde yaşadı. Devletin koyduğu kısıtlama ve sınırlamalara ek olarak bunun bir kat fazlasını da biz kendi kendimize koyduk. Maske takın dediler biz iki maske taktık bir de üstüne siperlik ekledik. İki metre mesafe koyun dediler, biz dört metre mesafe koyduk. Evden çıkmayın dediler biz neredeyse odadan çıkmadık. Kimseyi davet etmedik, davetlere icabet etmedik. Elimizde fısfıslar ile şuna değdi, buna değdi derken baktık ki farklı bir dünyaya doğru gidiyoruz. Yasal sınırlamalar kalktığında dahi doğrusunu söylemek gerekirse bizler hala bu girdaptan kendimizi kurtarabilmiş değiliz. Gelelim dünden bu yana neler değişti onlara bir bakalım.

Oktay Akbal sevdiğim bir yazardır. 1946 yılında basılan ilk kitabının adı da “Önce Ekmekler Bozuldu” kitabıdır. Birkaç hikayesini içinde toplayan bu kitaptaki hikayelerden biridir Önce Ekmekler Bozuldu. İkinci dünya savaşı şartlarında her şeyin nasıl değiştiği çok güzel anlatılır hikâyede. Eğer ben de yaşlılığın hikayesini yazmaya niyetlenseydim “Önce rüyalar bozuldu” diye başlardım satırlarıma. Hakikaten şöyle gerilere dönüp bir baktığımda her şeyin daha belirsiz, şartların daha iyi olmadığı ortamlarda bile rüyalar bu kadar bozulmamıştı. Eskiden cennet bahçelerinde özlediklerin ile, sevdiklerin ile hayal ettiklerin ile umut, mutluluk haz dolu bir içerik taşıyordu rüyalar. Sabah olup uyandığımızda “Biraz daha uyusam acaba adeta pembe diziye dönüşmüş olan bu rüyanın devamını görebilir miyim?” dediğimiz az olmamıştır. Şimdi ise öyle mi? Bir konu bütünlüğü yok. Bir bakıyorsun sinemaya/tiyatroya gitmişsin bileti bulamıyorsun bir türlü. Davet edildiğin toplantıya zamanında yetişemediğin gibi toplantı salonunu da bulamıyorsun. Uçaktan inmişsin dönen bantta senin bavulun bir türlü gelmiyor. Alışverişe gitmissin cüzdanını bir türlü bulamıyorsun, cüzdanı buluyorsun kredi kartını bulamıyorsun, kredi kartını buluyorsun bakiye yetersiz çıkıyor, nakit ödemek istiyorsun cebindeki para yetişmiyor. Bütün bu aksilikleri, kaosu çok daha uzatabilirim. Senaryosunu sanki Alfred Hitchcock yazmış. Hep merak eder dururum, insanın ihtiyacı olan bir saatlik uyku yukarıda tarif ettiğim iki ayrı rüya içeriğini taşıyorsa yine aynı tatmini sağlar mı diye.

Yaşlılığın bir başka yönüne de benim çok sevdiğim Ali amcadan bir anektotla başlamak isterim. Ali amca ilerleyen yaşlarında doktora gider. “Belim ağrıyor, kolum ağrıyor, boynum ağrıyor” şeklindeki şikayetlerini söyledikçe doktor kendisine kireçlenme, damar daralması, damar genişlemesi gibi gerekli açıklamayı yaptıktan sonra “Bunlar hepsi yaşlılıktan” cümleleri ile sonlandırır sözlerini. Son cümleyi fazla kullanmış olacak ki Ali amca hırslanır ve adeta doktora hiddetlenerek “Sen ne biçim doktorsun Allah Aşkına ne söylesem yaşlılık diyorsun başka şey bilmez misin sen” diyerek adeta doktora çıkışır. Doktor ise gayet sakin “İşte bak, bu senin sinirlenmenin sebebi de yaşlılıktan Ali amca” der. Doğrusunu söylemek gerekirse ben eskiden insanlar yaşlanınca daha bilge, daha olgun, daha sabırlı, daha anlayışlı, daha kalender olur diye düşünüyordum. Gençliğin o ani, tecrübesiz ve fevri tepkileri yerini daha güngörmüş yol yordam bilen bir şekle dönüşür diye bir kabulüm vardı. Oysa zamanında gelmeyen, gelip de işini doğru dürüst yapmayan bir tamirci, trafikteki bir maganda, ortak kurallara ve ödemelere katılmayan bir apartman sakini, piknikte bıraktığı yeri pet şişe ve poşetler ile bir çöp yığını halinde bırakan insanlar, televizyonda gözünün içine baka dün söylediğinin tam tersini söyleyen, konuşma üslup ve seviyesi yerlerde sürünen siyasiler ve benzeri durumların beni giderek daha fazla sinirlendirmeye başladığını söyleyebilirim. Tabi henüz elime sopayı alıp üzerlerine yürüyecek ya da her biri ile gereksiz polemiklere girecek noktaya gelmedim.

Bunun bir uç örneğine yazlıkta bir komşuda rastlamıştım. Ne kadar yaşlı olduğunu bilmediğim ve karşı sitede oturan bu kadınla karşılaştığımda usulen bir günaydın dediğinizde o daha size günaydın demeden “Bu nasıl devlet, bu nasıl hükümet, şu yolların haline bak. Bu belediye çöpleri hiç kaldırmıyor, bu nasıl belediyecilik, sahilin halini gördünüz mü nasıl berbat etmişler” şeklinde bir başlıyor siz bir günaydın cevabına razı iken sizi dakikalarca esir alıyor. Siz de bir an önce kurtulmanın ve bir daha da karşılaşmamanın yollarını aramaya başlıyorsunuz. Ondan sonra da insanoğlu ne garip bir varlık diye düşünüyorum. Oldukça düzgün hatları olan bu kadın 20-25 li yaşlarda mutlaka bir cazibe merkezi idi. O zaman birçok kişi ona rastlamak, göz göze gelmek, bir tebessümüne muhatap olmak uğruna yol değiştirip karşısına çıkma fırsatlarını ararken şimdi ise rastlamamak için yol değiştirmesini kaderin garip bir cilvesi olarak düşündüm.

Hayallerin giderek kısırlaşması ve çoraklaşması olarak gözlemlediğim bir husus da yaşlılıkta yaşanan başka bir durum diyebilirim. Eskiden ne kadar fazla hayal kurulurdu. Başımızı sokacak küçücük bir evimiz olsun, daha sonra küçücük bir yazlığımız olsun ile başlayan bu hayaller uzayıp giderdi. Daha sonra gerçekleşen bu hayal doğrultusunda badana, boya, korniş, perde, masa sandalye alma işleri yaşadığımız en mutlu yorgunluklar idi. Ama eşim bu konuda benden çok farklı. Mesela Altınolukta 47 metrekarelik yazlık dairemizin arka taraflarındaki zeytinliklerde gerçekleştirdiğimiz yürüyüşlerde her geçen gün daha güzeli ve mükemmeli yapılan villaların yanından geçerken eşim “Ay Neço’cuğum ne güzel değil mi? Bizim de böyle bir villamız olsun istemez misin?” şeklinde kendi iç dünyasını yansıttığında ben “Biraz gerçekçi olalım, üç aylık emekli maaşı ile mi alacağız, sonra bu koskoca villanın ısınması bakımı temizliği bile biz yaştakilerin altından kalkacağı bir iş değil. Ben artık hayallerimi imkanlarımla sınırlamayı öğrendim” gibi cümlelerle kendi hayal çoraklığıma sanki başkalarını da davet etmiş oluyor ve beraber olduğum insanların hayal kurma şevkini kırmış oluyorum. Buna rağmen eşim “Hayal kurmak da parayla değil ya. Şimdi sahip olduklarımız da bir zaman hayal değil miydi? Bu hayale ilaveten bir de milli piyangodan büyük ikramiyeyi kurma hayalini kurarız olur biter” diyerek orta yolu bulmaya çalışırdı.

Yaşlılık ile ilgili olarak bir başka kaygı durumu da yaşanan olay ve durumlar ile oranlı olmayan bir kaygı, stres ve gerilimin yaşanıyor olmasıdır. Bunu iki örnekle anlatmak belki daha kolay olacaktır. Hem Ülke hem de Dünya olarak neredeyse iki yıldır bir pandemi sürecini yaşıyoruz. Kişisel olarak aşısını yaptırmış, maske-mesafe-hijyen kurallarına da uyan birisi olarak konuya yaklaştığımda sırası ile Covid-19’a yakalanma, evde hafif geçirme, hastaneye yatma, yoğun bakıma alınma, entübe olma ve nihayetinde hayatını kaybetme aşamaları her bir insanın yaşayabileceği durumlar. Olasılık hesaplarına göre de binde bir, yüz binde birlik dilimlerde karşılığını bulur. Ama gelin görün ki televizyondaki şemada, alt yazılarda, Twitter’da vaka sayısı, iyileşen sayısı, hayatını kaybeden sayısı ile ilgili açıklamaları görünce bu durumun istatiksel uzaklığı, aldığımız tedbirlerin rahatlığı kayboluyor hemen, şimdi ve bizim başımıza gelecekmiş endişesi kaplıyor dünyamızı.

Benim fiziksel olarak çok ciddi bir rahatsızlığım yok. Epey yıldan beri kalpteki aort damarının genişlemesi ile ilgili olarak her yıl rutin kontrolleri yaptırıyorum. Şu anki genişlik 4,3 olarak ölçüldü. 5,5 kadar da yolu varmış. Uzun yıllar da sürekli Beloc adlı ilacı kullandım. Bu konuda en ciddi rahatsızlığı Hong Kong’da çocuklarımı ziyarete gittiğimde yaşadım. Bunda sanırım Beloc yerine yanlışlıkla bir hafta süre ile başka bir ilacı (Capril olabilir) kullanmış olmamın etkisi oldu. Dönüş için uçağa gitmemize birkaç saat kala tansiyon çıkması olarak yaşanan bu durum üzerine oğlum beni oradaki bir hastanenin acil bölümüne götürdü. Ben gitmeden önce bir dil altı almıştım zaten. Orada beni geren, kaygılandıran sadece rahatsızlık değil bu rahatsızlıktan dolayı çevreme verdiğim sıkıntı idi. Neyse herhangi bir müdahale yapılmadan eve geldik. Dönüş bileti iptal edildi. İnsan vücudu ne mükemmel bir makine ki birkaç gün içinde kendime geldim ve daha sonra da memleketimize döndük. Ülkemize geldiğimizde ben zaten çoktan fabrika ayarlarına dönmüştüm bile. Ama çocuklar internetten bana da eşime de bir check-up paketi ayarlamışlar. Orada her şey yolunda çıktı. Daha sonra başka hastanede gittiğimiz bir kardiyoloji profesörü de farklı bir şey söylemedi. Sadece beloc yerine dilatrend kullanalım dedi. Olay geçti gitti ama onun benim düşünce dünyamda bıraktığı iz tam olarak gitmedi. Hong Kong’ta yaşayan çocuklarım ne zaman “Biletlerinizi hangi tarihe alalım sizi özledik torununuz da özledi” dese ömür boyu bir kere, iki kere olacak belki hiç olmayacak bu olay tekrar ve muhakkak yaşanacakmış gibi bir endişe kaplıyor içimi olayın kendisinden çok beklentisi daha fazla geriyor insanı. Yani çok çok uzak bir ihtimal olan bu durum oransız biçimde yer alıyor düşünce dünyamda.

Yaşanan bu durumlar giderek yaşlı bedeni rutine mahkûm ve mecbur hale getiriyor. Rutinin dışına çıkılması farklı duygu yaşayışlarına neden oluyor. Kendi kabuğu dışındaki yaşamın illaki olumsuz özellikler taşıması da gerekmiyor. Bazen beş yıldızlı bir otel konforundaki yaşam bile kendi mütevazi evini ve sofrasını arama durumuna getirebiliyor kişiyi.

Yukarıdakine benzer durumları ve yaşanmışlıkları çoğaltmak mümkün. Acaba bunların ne kadarı yaşlılığın, pandeminin doğal ve beklenen sonuçlarıdır bilemiyorum. Bazen eşimle birbirimize adeta bilişsel terapi yerine geçecek değerlendirmeler yapıyoruz. “Bugünün Türkiyesinde başını sokacak evimiz, makul denecek gelirimiz, küçük de olsa bir yazlığımız var. Çocuklarımız derseniz kendi ayaklarının üzerinde duruyor ve bizlere her an ve her durumda yardımcı olmaya hazırlar. Onlar sayesinde Avrupa’dan Çin’e kadar hayal bile edemediğimiz coğrafyaları gördük. (Ben gençliğimde yurt dışına çıkacağımı hayal bile edemiyordum. O yüzden yasal hakkımız olan yeşil pasaportu bile yıllar sonra aldım.) Böylesi bir durum ancak özlenilecek imrenilecek bir durumdur. O yüzden de olmamış, olma ihtimali çok uzak durumların zihnimizi gölgelemesine izin vermeyelim” telkinleri biraz rahatlatıyor içimizi.

Bu tür konularda eşim önceleri benden daha endişeli olduğu durumlar yaşardı. Özellikle 99 depreminden sonra kaygıları epey sürdü. Caddeye, sokağa çıktığımızda bütün işi binaların kaç kat olduğunu sayar, kolonlarının sağlamlığı konusunda kanaatler belirtir, balkon kenarlarından sıvaları dökülmeye başlamış ve demirleri ortaya çıkmış çok eski binaların yanından geçmek bile istemezdi. Onun gayreti ile hazırladığımız deprem çantası hala başucumuzda durmaktadır. Geçenlerde bir baktım bozulmuş el fenerini, son kullanma tarihi geçmiş bisküvileri tahliye etmek zorunda kaldım. O zamanlar o bana “Sen bu depremden hiç korkmuyor musun? Kaygı duymuyor musun?” dediğinde ben de “Şimdiden korkmaya kaygı duymaya ne gerek var. Deprem gerçekleşince zaten yeterince korkacağız ve kaygı duyacağız, o bakımdan şimdiki hayatımızı normal yaşamaya devam edelim” derdim. Zaman içinde konuları ve ağırlığı farklı da olsa insanı bazı kaygı türleri ziyaret ediyor demek ki?

Gençlikte farklı nedenlerle de olsa böylesi durumlarda hemen arkadaşlar “Akşam şu mekana gidelim. İki tek atarız. Kurarız çilingir sofrasını bir şeyin kalmaz.” diyerek kendi reçetelerini sunarlardı. Geçmiş yıllarda belki şimdilerin “sosyal içici” dediği boyutta tanışıklığım olmuştur alkol ile. Fakat ilerleyen yaşlarda önceleri müsekkin gibi olan sıvı daha sonraki yıllarda tam tersi bir işlev gördü bende. Az miktar bile alsam uykusuzluk, vücut kimyasının bozulması gibi sonuçlar verince bunu organizmanın bir işareti ve mesajı olarak aldım uzak durmaya başladım kendisinden.

Kırmızı oda diye bir dizi var televizyonda. Bu yıl ikinci sezonu başladı. Çok ileri düzeyde psikolojik rahatsızlığı olanlar ile yapılan çalışmaları konu almış. Hasta ilk seanstan ayrılırken doktor kendisine “Problemleri birlikte aşacağız. Ben şimdi size bir ilaç yazacağım. Bu uykunuzu düzene sokacak ve kendinizi iyi hissetmenizi sağlayacak” diyor. Ben hep orada takılıyorum. Tıp bilimine elbette inanıyorum. Fiziki rahatsızlıklarla ilgili ateşi çıkmış, enfeksiyon var gibi somut tespitler ve onlara uygun ilaçları anlayabiliyorum. Ama düşünsel ve zihinsel kaynaklı ve çoğu da insanoğlunun kendi ürettiği kaygı endişe bulutunu ilaç nasıl giderir anlayabilmiş değilim.

Neyse hikâye yeterince uzadı galiba. Belki de bloğumun en uzun yazısı olmuştur. Bu da yaşlılığın başka bir göstergesi. Sazı eline aldığında karşıdaki dinler mi dinlemez mi, bakışlarında hayranlık mı yoksa bıkkınlık mı var düşünmeden habire konuşur. Bu konuda bazen çocuklarım beni; “Sadete gelelim” diye uyardığı olmuştur. Ya da eşim bir toplantı sonrası “Amma uzattın karşındakilere söz söyleyecek zaman bırakmadın” şeklinde hatırlatmaları olmuştur. Şimdilik burada bitirelim. Sonrasını diğer yazılarda ve zamanlarda anlatırız.

Tagged: Tags

2 Thoughts to “YAŞLANDIK MI NE?

  1. “Yaşlandık mı ne?” Güzel bir yazı. Fakat eğer en son paragrafı okumasaydım sana: “Benim adım Hıdır… “ dedirten bir eleştiri yapardım. Neyse… çok güzel bir denemeyi genişlettikçe, uzattıkça birazcık bozmuşsun.

    Bence, biraz haksız bir eleştiri. olmuş: “… düşünsel ve zihinsel kaynaklı ve çoğu da insanoğlunun kendi ürettiği kaygı endişe bulutunu ilaç nasıl giderir anlayabilmiş değilim.”

    Hayaller hep diri olur hiç yaşlanmaz.

  2. Katkıların için teşekkürler Emin arkadaş. Yaşlılık işte bunu en çok sen anlarsın diye düşünüyorum. Hem senin haberin yok galiba ben yazılarım için sayfa başı prim alıyorum(!). O yüzden biraz uzun oluyor.
    Selamlar…..

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *