Abdullah Çakmak bizim dünyamıza çok özel bir isim olan teyzemizin kızı Şükran ablamızın eşi olarak girdi. Ondan sonra da adı “Aptulla enişte” ya da sadece “Enişte” olarak geçecekti. Ne var ki o bizim dünyamızda sıradan bir kelime ya da akraba kavramının çok ötesinde bir anlama sahipti. Sanki hep varmış duygusu yerleşmişti yüreklerimize.
Öğrencilik yıllarımızda tatil ya da bayram buluşmalarında gerek oyun masası ve gerekse sohbet masası birlikteliklerin hep özlenen insanı oldu. Onun konuşulan her konuyu zenginleştiren bir katkısı, her çözümsüzlüğe bir çaresi vardı sanki. Dedemlerin dahi aradığı “Aptulla güveee bir başka” sözleri ile yücelttiği ve özlediği bir kişiliği vardı.
1978 yılında Nuray ile evlendiğimizde düğünle ilgili seremoni de Nuray’ın memleketi olan Tokat/ Reşadiye’de gerçekleşmişti. Yakın dost ve tanıdıklarımızla birlikte onu da davet ettiğimde eşi olan teyzemin kızına söylediği:” Ne dersin Şükrancığım arabaya atlar gideriz değil mi?” cümlesinin gerçekleşme ihtimalini az bile bulsam bu kadarı bile beni mutlu etmeye yetmişti. O sıralarda ulaşımın çok daha zor olduğu bu yöreye benim için gelmesi beni çok sevindirirdi ama doğrusunu söylemek gerekirse gelmeseler de kırılmaz ve üzülmezdim.
Neyse evlilik tarihi yaklaşınca en yakın akrabalardan oluşan sınırlı sayıda bir grupla otobüse atlayıp yaklaşık 15 saatlik bir yolculuktan sonra Reşadiye’ye ulaştık. Tabi bu grup içinde eniştemiz yoktu. O günün şartları ve geleneklerine göre yapılması gerekenler yapıldı .Aslına bakarsanız “Şu karmaşa ve kaos bir an önce bitse de işimize gücümüze baksak” düşüncesindeydim açıkçası. Bu karmaşa içinde bir ara bahçeye bir arabanın yaklaştığını gördüm. Bu Abdullah eniştenin koyu lacivert renkli 1953 model Mercedes arabasının ta kendisi idi Biraz yaklaşınca arabadan eşi şükran ablamız ve iki çocuğun (Çağatay ve Özgür ve hatta o sırada annesinin karnında doğmayı bekleyen Egemen’i de sayarsak üç çocuk da diyebiliriz.) da çıktığını görünce sanki dünyalar benim olmuştu. Bu durum benim için 10-15 saatlik yolu kat ederek bir davete icabet etmekten çok daha farklı ve çok daha fazla bir şeydi. Yapılacak işlerle ilgili karmakarışık olan beynimin son derece rahatladığını hissettim birdenbire. Biliyordum ki onun bulunduğu yerde her şeyin bir çaresi ve çözümü vardı.
Tahmin edileceği gibi onun 53 model koyu lacivert arabası gelin arabası haline geldi. Ankara Kızılcahamam’da bir gece konakladık. Bolu civarında Aban’tta biraz mola verdikten, Üsküdar’daki diğer teyze kızına da uğradıktan sonra bir Eylül akşamının alacakaranlığında Muratlıdaki evimize ulaşmış olduk. Uzun yıllar ,hatta bir ara evlerinin yanına hurda olarak terk edildikten sonra dahi o lacivert arabanın yanından geçerken Nuray’la bir birimize bakıp :”Bak gelin arabamız hala burada” diye o günleri ve o günlerde bizler için yapılan özveriyi anımsıyorduk.
O yıllarda biz Tekirdağ Eğitim Enstitüsünde , o da Tekirdağ’daki bir askeri birlikte sanırım yüzbaşı rütbesi ile görev yapıyordu.Daha sonra askerlikten emekliye ayrıldı.Tekel Başmüdürlüğünde,Trakya cam sanayinde üst düzeyde yöneticilikler yaptı.Bir ara ticarete de atıldı. Doğrusunu söylemek gerekirse bu sahada pek başarılı olduğunu sanmıyorum. Belki de bu alan için gereğinden fazla iyi birisi idi.
Tekirdağ’da çalıştığımız yıllarda annemin kolunun kırıldığında,büyük oğlumun doğumunun hemen ertesinde sarılık olup hastaneye kaldırılışında onu hep yanımda gördüm. Hatta bir keresinde bir yaşına yaklaşan büyük oğlumun karın ağrısı karşısındaki çaresizliğimizi “hemen kahve limon yapalım” gibi basit ama işe yarayan tavsiyesi ile aştığımızı çok iyi hatırlıyorum. Bütün bu ve buna benzer olaylar olurken kendisine bir davet bir çağrı veya talepte de bulunmuş da değildik. Zaten o günler de sabit telefon herkesin evinde yoktu ve cep telefonlarından ise henüz daha söz dahi edilmiyordu. “Hızır gibi yetişmek” dediğimiz şey gibi mutlaka tanrı onun o saatte orada olmasını istiyordu gibi geliyordu bana.
Bazen inanmadığınız ya da inandırıcı bulmadığınız sözler vardır ”Hiçbir iyilik cezasız kalmaz” ya da “iyiler çok yaşamaz” gibisinden. Fakat beklenmedik ya da plan dışı bazı şeyler yaşandığında insan ister istemez bu sözleri anımsıyor. Abdullah enişteye yine bir başkasının derdine derman olmak için (Onun kayın pederi bizim de Nuri dayımız) uğraşırken rastlantı sonucu kendinin ses kısıklığını fark eden doktorların başlattığı tetkikler sonucu o hep duyduğumuz, bizlerden ırak olsun dediğimiz hastalığın iyice ilerlemiş şeklinin tanısını koyuveriyorlar.Ve galiba o saatten sonra yapılacak fazla bir şey de yoktu. Bazen kendi kendimizi sevindirmeye dönük yorumlamalar,ışın-kemoterapi tedavileri, zakkum çiçeğinden yapılan ilaçlar,birlikte İnanlı çeşmesinden topladığımız ısırgan otları da hiçbir işe yaramadı. Hastalığın teşhisinden altı ay kadar sonra 1989 yılında daha kırklı yaşların ortasında Abdullah eniştemiz aramızdan ayrıldı.
Ruhu şad olsun. Allah gani gani rahmet eylesin.
Cok etkileyici bir yazi olmus.. Eline saglik..
Bu vesileyle ben de sevgili Abdullan Eniste’nin bizi denize goturdugu gunleri hatirladim..
Ruhu sad olsun..