Rahmetli dedemin hatırladıkça anlamını daha iyi kavradığım ilginç cümleleri vardı. Bunlardan biri de “İnsanların birçoğu en büyük kabahatleri ve günahları sevap işlediğini zannederek ya da sevap işlemek için yola çıkarak gerçekleştirirler” şeklinde idi. O zamanlar bununla ne demek istediğini pek anlamamıştım. Hem sevap işlemek hem günaha girmek bana göre yan yana gelmeyecek şeylerdi. Fakat zaman içinde yaşadığımız birçok olayda bu değerlendirmenin izlerini gördüm. Tabii ki bu sadece teolojik bir alanı kapsamıyordu, kişisel ve toplumsal hayatımızda da bunun izlerini görmek mümkün idi.
2020 başından beri tüm dünyada olduğu gibi ülkemizde de Korona belası bütün acımasızlığı ile etkisini sürdürüyor. Kendimce bu konu ile ilgili gözlem ve tespitlerimi bloğumda birkaç yazı halinde dile getirdim. Ve yine biliniyor ki bu salgının en hızlı döneminde biz Ayasofya’nın ibadete açılmasını günlerce tartıştık. Nihayetinde yargının bir kararı ve Sayın Cumhurbaşkanının imzası ile bu gerçekleşti. Böylelikle zincirler kırılmış, Fatih Sultan Mehmet’in vasiyeti yerine getirilmiş, burada ibadet için hasretle bekleyen birçok insanın rüyası gerçekleşmişti. Bundan daha hayırlı bir iş ve sevap kazandırıcı durum olamazdı. İş bu kadarla kalsa yani her zaman Süleymaniye’ye, Sultanahmet’e, Çamlıca’ya giden insanlar “Bu cuma da Ayasofya’ya gidelim” dese her şey doğal akışı içinde kalmış olurdu. Ama günler öncesinden yapılan çağrılarla, hatta taşradan özel turlar düzenlenerek pandemi günlerinde üç yüz binden fazla kişinin bir araya toplanması adeta ezberlemiş olduğumuz maske-mesafe-hijyen formülünü de yerle bir etti. Keza benzer durum Giresun’da da yaşandı. Bir doğal afet olan selden çok büyük zarar görmüş bu ilimize ülkenin Cumhurbaşkanının giderek yaşananları yerinde görmesi, dertleri dinlemesi, acıları paylaşması son derece insani ve takdir edilecek durum. Ancak yine binlerce kişinin pandemiyi davet eder gibi toplanması ve çay paketlerinin havada uçuşması konuyu amacından epey saptırmış gibiydi.
Pandemi süresince 65 yaş üstüne reva görülenler iyilik yapmak niyetiyle yaşatılan hüsran tablosunun bir başka örneği. Acaba dünyada bu yaş grubundaki insanlara sokağa çıkma yasağı uygulayarak çözüm bulan başka ülke var mı çok merak ediyorum. Ben eşim ile şubat ayından beri Antalya’da bu yasaklarla birlikte yaşadık. Neyse bir ara yasaklar gevşedi ve belli saatlerde dışarı çıkma izni verildi. Biz de o zaman evimiz Konyaaltı sahiline yakın olduğu için oraya gidelim dedik. Bir de ne görelim, sahile giden yollar kapanmış, görevliler sahile gitmenin yasak olduğu uyarısını yapıyor. Neden diye sorduğumuzda “Bize verilen emir böyle” diyorlar. Konyaaltı’nı bilenler bilir. Denize paralel olarak yerine göre 100-150 metre genişliğinde ve 8-10 kilometre uzunluğunda oyun alanları yürüyüş parkurları ile çok güzel düzenlenmiş bir sahili var. Yani insanların sosyal mesafesini rahatça sağlayacağı bir alan, buraya giriş yasak ama onun üstündeki patika gibi yolda itiş kakış yürümek, toplu taşıma araçlarında balık istifi gibi binmek, alışveriş merkezlerinde gezmek serbest. Neyse belli bir süre sonra zaman olarak da mekan olarak da gerekli esnekliğin sağlanması ile biraz rahatlamış olduk.
Tam bu duruma göre kendimizi uyarlamışken geçtiğimiz günlerde Antalya Valiliği 65 yaş üstü vatandaşlar için yeni bir sınırlama getirdi. Bundan böyle bizler saat 10.00-17.00 arasında dışarı çıkabilecekmişiz. Sıcaklığın hala 30-35 derecelerde olduğu Antalya’da çoğunun kronik rahatsızlığı olan bu insanlar sabahın erken saatlerinde ya da akşamın serinliğinde bir yürüyüş dahi yapamayacak. Kuşkusuz bu da iyilik olsun faydalı olsun düşüncesi ile alınan bir tedbir. Ama doğurdukları sonuç itibariyle ise diğerleri gibi hüzün ve hüsran. Daha önce de söyledim. Bu insanlar kendini korumayı herkesten iyi bilir. Yasaklarla da ancak onların işlerini ve hayatlarını zora sokarsınız.
Yasaklar deyince toplu taşıma araçlarındaki özellikle de İstanbul’daki minibüslerdeki televizyonlara yansıyan görüntüler geldi aklıma birden. 14 Kişilik minibüsten 30-40 kişinin çıkarılması ve karşılıklı tartışmalar içinde ceza yazılarak caydırıcılık sağlanması. Bütün bunlar niye şimdi? diye sormak niye kimsenin aklına gelmiyor. Yıllardır üzüm salkımı gibi kapısı bile kapanmadan yolcu taşınması normal olarak yerleşti zihnimize de ondan. Ben de uzun yıllar başka türlüsünün olamayacağına inanmıştım. Ama hasbelkader Hong Kong’taki çocuklarımızın yanına gittiğimizde minibüse bindiğimizde başka türlüsünün de pek ala olabileceğini gördüm ve aklım da yattı. Düşünebiliyor musunuz durağa gidiyorsunuz -bu arada durak dışında kesinlikle yolcu alınmıyor ve indirilmiyor- iki kişi bile olsa sırada bekliyorsunuz. Minibüs gelince bazen şoför de zaten parmağı ile boş koltuk sayısını gösteriyor, “İlerde inecek var atla abla” ya da “işim acele ayakta da giderim” gibi diyaloglar da hiç yaşanmıyor, elektronik cihaza kartınızı okutup yerinize oturuyor ve kemerinizi bağlayıp yolculuğunuzu başlatıyorsunuz. Kartı olmayanlar da camdan bir kumbara içine ücreti atıyor. Yalnız ücreti tam atmak ya da para üstünden vaz geçmek zorundasınız. Böyle olunca da “Ücretleri verelim, yirmi liranın üstünü elden ele uzatır mısınız?” gibi bulaşmaya zemin hazırlayan durumlar da yaşanmıyor. Bütün bunlara etkili mücadeleyi de eklediğinizde günde sıfır vakayı da görebiliyorlar. Demem o ki bazı şeyleri gerçekleştirmek için pandemiyi beklemeye gerek yok. İnsan onuruna yakışır bir ulaşım yaşamın her gününde insanın hakkı olduğu gerçeğini çoktan unuttuk.
Söz Hong Kong’dan açılmışken “Bu bizde niye yapılmıyor “, “Bizimkiler bunu niye akıl edememiş” dediğim bir husustan bahsedeceğim. Hong Kong ile ilgili yazılarımda bahsettiğim gibi coğrafi olarak yerleşim alanları çok sınırlı olduğu için dikey mimarinin alabildiğine kullanılması söz konusu. Ancak buna rağmen kişi başına düşen yeşil alan sıralamasında en ön sıralarda yer alıyor. Doğayı tahrip etmeden betonlaşmanın kendilerine göre bir formülünü bulmuşlar yani. Su kaynakları da sınırlı olan bu şehir/ülke bu ihtiyacının büyük bir kısmını Çinden karşılıyor. Evlere su iki hat üzerinden geliyor. Birisi musluklardan akan kullanılan su. Diğeri de sadece klozetlerdeki rezervuar dediğimiz bölüme bağlı ve deniz suyundan getirilen su. İlk bakışta 8-10 litrelik miktar çok basitmiş gibi görünse de 4-5 kişinin bulunduğu bir evde ve her kişinin de 4-5 kere kullandığı düşünüldüğünde hayli büyük bir tasarruf sağlıyor. Yeri geldiğinde üç tarafı denizlerle çevrili ülkemiz, altı tarafı denizlerle çevrili güzel İstanbul’umuz diyoruz da bu tür bir uygulamayı niçin yapmayız ona şaşarım. Başta İstanbul olmak üzere birçok ilimizde bu uygulama yıllar önce başlamış olsa barajlardaki su seviyesi azalıyor, yağmurlar yağmazsa işimiz zor gibi endişeleri taşımadığımız gibi sahip olduğumuz kaynakları gelecek nesillere de aktarmış oluruz.
Bütün bunların temelinde bence insanlarımızın özellikle karar vericilerin bakış açılarının etkisi büyük. Sorunlara dar pencereden, günü kurtarmak anlayışı yerine geleceği kurmak ve kurtarmak penceresinden bakılmadığı sürece işimiz zor. Ülkelerin yöneticilerinin ve karar vericilerin her yönü ile vasatın üstünde donanımlı, vizyon sahibi olması gibi bazı meziyetleri olması beklenir. Fakat şurası da bir gerçek bir kişinin her şeyi bilmesi ve her şey olması da imkansız gibi bir şey. Bu durumda da takımını, danışmanlarını alanlarında yetkin insanlardan oluşturması seçeneği gündeme geliyor. Ülkemizde bu mümkün mü ya da ne kadar mümkün işte orası tartışılır. Gözlediğimiz kadarı ile danışmanlar fikir üretmekten onaylamak, alkışlamak ve dikte edilen fikirleri sahiplenip savunma işlevini üstlenmiş gibi. Böyle olunca da bedelini milletçe ödediğimiz bazen patinaj yapma, bazen de duvara toslama durumları kaçınılmaz oluyor.
Neyse rahmetli dedemin bir sözü ile başladığım yazımı yine onun sıklıkla tekrarladığı satırlar ile sonlandırmak istiyorum. “Bed-baht ona dirler ki elinde cühelânun, Kahrolmak için kesb-i kemâl ü hüner eyler” şeklindeki bu dizelerin İbrahim Şinasi’ye ait olduğunu sonradan öğrendim. Dedem bunu “Bazı insanlar sahip oldukları olgunluk hüner ve kabiliyetlerini cahillerin eline kahrolmak için kazanmıştır” şeklinde açıklardı. O günlerde pek akıl edemedim ama eğer bugün hayatta olsa “Cahil kim? Hüner ve olgunluk sahibi olan kim? Bu kadar bilgi kabiliyet hüner ve olgunluk sahibi insan niye bedbaht oluyor?” diye sorardım.
Bir başka yazıda buluşmak dileği ile…
Yazıdaki “klozetlerdeki rezervuar dediğimiz bölüme bağlı ve deniz suyundan getirilen su” bölümü ile ilgili olarak bir açıklama yapalım ki yanlış anlama olmasın. Klozetlere direk deniz suyu gönderilmiyor, o su da arıtılmış su ama musluklar için arıtılan su kalitesinde arıtılmıyor diyebiliriz.
Bana bu kısım ile ilgili bu kadar ayrıntı verilmemişti. Dediğin şekilde en yakın zamanda gerekli açıklamayı ilave edelim. Teşekkürler…..
Oncelikle Allah dedenize gani gani rahmet eylesin. Dogrulari demis.
Bence kulturdeki problem yabancilarin ‘accountability’ diye tanimladigi ‘hesap verebilirlik’. Eger bir hata olursa karar mekanizmasinin fikirlerine karsi sorular sorulur ‘neden boyle yaptiniz?’ diye. Bu soru oncelikle soru sorma kulturunu kazandirir. Akabinde de, mevzu bahis olan hususta nelerin ilerde yapilmamasi icin hafiza yaratir. Insanoglu da o kulturu ve hafizayi nesilden nesile aktarir. Velhasil kelam, daha yola cikamadik.
Sevgili V
Değerlendirmeleriniz ve katkılarınız için çok teşekkür ederim. Belirttiğiniz gibi bazı durumlar aileden başlayıp okullarda devam eden ve toplumsal şartlanmalarla da pekiştirilen itaat kültürünün gelişmesi ile ilgili. Otoriteye kayıtsız şartsız itaat eden bir nesil mi ? soran sorgulayan birey mi öne çıkarılmalı? Bu da bir tercih meselesi. İnsanları yönetme yön vermede en uygun olanı tercih etmiştir hep karar vericiler. Ama yine de karamsar olmamak lazım derim. Gün doğmadan neler doğar…….
Son 3 yazınızı arka arkaya okuyunca ,bu makale ile ilgili notumu da bir önceki postta yazmışım..
Kaleminize sağlık..