GARİP BİR ALIŞVERİŞ ÖYKÜSÜ

İnsan zihninin çok garip ve karmaşık çalışma sistemi var. Aynı olay ve durumlar karşısında birbirine zıt iç yaşayışlar üretebiliyor. Bilmem sizde de oluyor mu? Söz gelimi çarşıda, pazarda gezinirken birden vitrinde çok beğendiğiniz bir elbise görüyorsunuz. Etiketinin üzerindeki çizilmiş olan eski fiyatına göre epey de indirim yapıldığını görünce daha bir alasınız geliyor. Acaba bana uygun bedeni var mı endişesi ile içeri giriyorsunuz. Tezgahtar seri bir kontrolden sonra istediğiniz bedendeki elbiseyi size veriyor ve “Bu bedenden sadece tek bu kalmış” demeyi de ihmal etmiyor. Üzerinizde deniyorsunuz tabir yerinde ise cuk oturuyor. Çok şanslı bir kişi olduğunuza inanarak elbiseyi alıyorsunuz.

Buraya kadar olan kısım herkesin yaşadığı bir şey. Fakat ben de ise bundan sonraki durum biraz farklı  galiba. İsteyerek, arzulayarak aldığım elbiseyi daha dolaptaki yerine asarken bir iç ses hemen harekete geçiyor ve “Bir sürü takım elbisen yok mu, sanki çok mu ihtiyacın vardı, ne zaman giyeceksin, biraz daha beklesen fiatı belki biraz daha düşerdi, başka renk bilmez misin bak yine gri almışsın, ötekilerden ne farkı var bunun….” şeklindeki konuşmalarla sanki elbiseyi almadan önceki isteği arzuyu yerine getiren beyin aynı beyin değilmiş gibi  bu defa saf değiştirip tam bir muhalif gibi davranmaya başlıyor. Bu durumlarda ben de o sese karşı farklı argümanlar geliştiriyorum ya da durumu zamanın tedavi edici ellerine bırakıyorum.

Benzer bir olayın biraz daha büyük ölçeklisini geçtiğimiz aylarda yine yaşadım. Büyük ölçekli dememin sebebi söz konusu olan bir elbise ya da bir elektronik eşya değil bir evdi. Yanlış duymadınız satın alınacak olan gerçekten basbayağı bir daire idi. Eylül ayı başında eşimle birlikte kız kardeşimin kızının düğünü için Antalya’ya gittik. Düğün akşamı ve daha sonrası eski okul arkadaşımız  Ayşe ve eşi Mustafa bizi birkaç gün konuk ettiler. Konuk ne demek kaldıkları apartmanda bir daireyi tabir yerinde ise bize tahsis ettiler. Buradaki yaşantımızın bir kısmını blogumda “ANTALYA GÜNLERİ” başlığı altında anlatmıştım. Bu olayı da başka bir başlık altında anlatmayı düşünüyordum. Demek bu günlere kısmetmiş.

Neyse uzatmayalım misafirliğimiz süresince sabahları Ayşe ile birlikte konuşa konuşa   Konyaaltı’ndaki evinden  10-15 dakikalık yürüyüşle plajda denize giriyorduk. Bu sırada Ayşe izlediği bir televizyon dizisinden etkilenerek Sinop’ta yaşamayı hayal ettiğini ama Mustafa’yı ikna edemediğini anlatırken ben de kendisine “Bırak böyle boş hayalleri, dünyanın en güzel coğrafyasında yaşıyorsun. Eylül ayında bir çok yerde yaz sezonu sona ermişken senin önünde denizden faydalanmak için daha üç aylık bir imkan var. Hemde kendi oturduğun evde bunu yaşayabiliyorsun. Böyle bir imkana keşke biz de sahip olsak” kabilinden bir şeyler söyleyince Ayşe kendi apartmanlarının girişinin satılık olduğunu ve bunu alırsak kendinin de çok sevineceğini söyledi. Kendimize ait ve gerektiğinde doğal gaz kaloriferi de olan bir evde, sezonun oldukça uzun ve denize ulaşımın böylesine kolay olduğu bir ortamda yaşamanın iyi bir fikir olduğu yerleşti zihnime birden. Bu düşünce ile de satılık olan giriş katını Ayşe ile birlikte gezdik. Başkaları pek tercih etmez ama giriş katlarını ben severim. Ayrıca çam ağaçlarının oluşturduğu bir parka cepheli geniş balkonu da beni etkiledi. Daireyi satan ve halen içinde oturan bayan ile evi gezdik. Fiyat belirlemede ve satışta yetkili kendisinin olduğunu söyledi arkasından satış için telaffuz ettiği miktar İstanbul ölçütleri ile kıyasladığımızda bize uygun geldi. Biz de racon gereği “alıcıyız sonu ne olur ?” atağını yaptık. Biz de karşı teklifimizi söyledik. Oda fiyatın kesin ve son olduğunu söyledi. Ayşe’nin komşuluk hukuku için beş binlik bir indirim teklifini de kabul etmeyince anlaşamamış olarak biz Antalya’dan ayrıldık.

Aslında bu tür uçuk ve radikal fikirler eşim Nuray’dan gelir, ben de onu hep biraz gerçekçi olmaya davet ederdim. O da “Hayal kurmak ta mı yasak” diyerek serzenişte bulunurdu. Bu defa durum tam tersi oldu. Fikir benden çıktı. Nuray da zaman zaman nötr olma vaziyetleri ile de olsa kabul etti. Durumu çocuklarımızla da görüştüğümüzde onlarda -tabi uçakla- ulaşım kolaylığından ötürü bu girişimi onaylamışlardı. Biz konu ile ilgili aklımızı ve hayallerimizi Antalya’da bırakarak Altınoluk’a döndükten sonra Ayşenin bu işin peşini bırakmadığını hatta bu konuda bizden daha istekli olduğunu anlamakta zorlanmadık. Her akşam telefon edip: “Bin lira daha indirttim” müjdesini bize veriyor ama biz bulunduğumuz çizgiyi hala koruyorduk. İçimizden de bu işlerde üçün beşin hesabını yapılmaz, yoksa gidip alsak mı diye de geçiyordu. On gün kadar sonra Ayşe kadını bizim çizgimize getirdi. Kadınla da bizzat  konuşarak bize  belirlenen miktarı temin için bir haftalık  opsiyon tanımasını istedik. Akabinde mutabık kaldığımız tarihte tapu işlemleri için sözleştik. Buluşulacak tarihe kadar eş,dost,çoluk,çocuk,banka kredi neyse biz mutabık kaldığımız rakamı bir şekilde temin eder hale gelip iş gerçekleşme yoluna doğru evrilince tıpkı elbise alışverişi sırasında olduğu gibi benim iç sesim harekete geçmekte gecikmedi.

Sanki günlerdir burada yaşamanın hayallerini kuran, başka bir alan çıkmaz da bize kısmet olur bekleyişine giren ben değilmişim gibi bu defa adeta tam yüz seksen derece saf değiştirip acımasız salvolarına başladı içimdeki ses: “ Oğlum sen aklını peynir ekmekle mi yedin, Dertsiz başına dert mi alıyorsun, İstanbul nere.. Antalya nere..İstanbul’daki evin eskiymiş, depremde yıkılacakmış, satılmalıymış,  sadece senin evin mi eski, sadece sana mı vuracak deprem, 25 sene nasıl yaşadıysan 25 sene daha öyle yaşarsın bu evde. ne olacak yani dünyaya kazık mı kakacaksın.Sonra bakalım evi satabilecek misin? satamazsan borçlar ne olacak satarsan sonraki durum ne olacak…” şeklinde arkası gelmez sorularla darbelerini indirdikçe indiriyordu içimdeki öteki ses. Özleyen, arzulayan, isteyen sesim ise iyice sinmiş ve bu saldırıları karşılamakta iyice yetersiz kalıyordu.

Bizim jenerasyon geçmişte siyasilerin adeta darbımesel olmuş sözcüklerini iyi hatırlar. Allah uzun ömür versin özellikle Demirel’in “Benzin vardı da biz mi içtik”, “Dün dündür bugün bu gündür” gibi sözleri tarihe mal olmuştur. Yine onun  devri iktidarında partisine yakın kişilerin pek de değerli olmayan tarlalarının/arsalarının  kamuya -galiba İLKSAN’a- satışı ile ilgili konularda basının iktidarın üzerine gittiği günler yaşanıyordu. Tabi o zamanki basın bu günkü gibi değildi.Tabir yerindeyse iktidarın tozunu attırıyordu. Konuya ilişkin olarak bakanlar bürokratlar topu bazen birbirlerine bazen de taca atarak işin içinden sıyrılmak istiyordu. İşte tam bu toz duman içinde Demirel lafı hiç eğip bükmeden yine tarihe mal olacak olan  o meşhur “Verdiysem ben verdim” sözünü söylemişti.

Ben de bu olayı hatırlayarak günlerdir saldırıları ile beni bunaltan iç sese karşı son bir hamle yapmayı denedim. “Aldıysam ben aldım. borçsa da benim borcum, ödeyemezsem de karşılığı var. Sonra ta bilemem ne kadar uzaklardan elin rusu, almanı, ingilizi geliyor buradan ev satın alıyorda ben almışım çok mu? Ben kendi memleketimin nimetlerinden yararlanamayacak mıyım….” şeklindeki meydan okuyucu cümlelerle karşı taarruza geçtim. Nihai zafer  ya da sonuç belli olmadan buluşulacak gün de gelip çatmıştı. Biz hareket için akşam saatini seçtik. Otobüsü binmemize bir saat kadar varken evi satacak kadına son bir telefon edip hareket saatimizi ve de orada tahmini varış saatimizi bildirmek istedim. Telefonda gerekli bilgilendirmelerden sonra benim havale işlemlerinin yapacağım bankayı da bildirdim. Fakat kadın “ Önce evin üzerinde 70 bin liralık ipotek var önce onu ödeyeceğiz. Sonra kalan parayı benim üzerime yatıracağız yanlışlık olmasın”  deyince ben adeta şoke oldum. “Tapuda ipotek olduğunu daha önce söylememiştiniz. Ayrıca tapu size ait değil mi bana daha önce yetkinin sizde olduğunu söylemiştiniz.” deyince kadın “Tapu kocamın üstünde biz ondan ayrıldık ama ayrı değiliz, o paranın benim üstüme yatırılmasına itiraz etmez”  şeklinde bence pek tutarlı olmayan açıklamalarda bulununca benimde kulağıma kar suyu kaçmış oldu. Böylesi bir durumu tam yola çıkarken öğrenince pek yapacak bir şey de kalmadı ve çaresiz yola koyulduk.

Antalya’ya yaklaştığımızda müstakbel satıcımız telefon ederek bankadaki ipotek işlerini takip etmekte olduğunu ve  herhangi bir sıkıntının söz konusu olmadığını, Ayşelerde buluşabileceğimizi söyledi. Tabi benim içimdeki seslere bir yenisi daha eklendi. Almak ya da almama seçeneği dışında parayı kaptırarak alamama ihtimali olan seçeneklerin en kötüsü öne çıkmaya başladı. Keşke buraya kadar olan durumlar hiç yaşanmamış olsa diye içimden geçirmeye başladım.Yolculuk nihayetinde biz Ayşelerde kahvaltımızı yaptık ve muhatabımızı beklemeye başladık. Kahvaltı sonrası tam kahvemizi içerken Ayşe: “Sizinki arıyor dur bakalım” diyerek cep telefonunu kulağına götürdü. Ayşenin “Ya.. öyle mi..dur sakin ol.” şeklindeki konuşmalarından işlerin pek yolunda olmadığını sezmemiz zor olmadı. Ayşenin bize ilettiğine göre özetle tapu üzerindeki ipotek 140 bin lira imiş, bütün bu işleri kocası karısından gizli yapmış satış işi ile de bu açığa çıkmış, aralarında  hoş olmayan olaylar geçmiş, satış işi çıkmaza girmiş falan filan. Ben içimden derin bir ohh çektim. Demek ki hakkımızdaki en hayırlısı bu imiş ve insanlar bir şey almadan da çok şeylerin sahibi olabildiğinin fark ediyormuş diye düşündüm ve de böylesine olumsuz olaylar bile insanları mutlu edecek sonuçlar doğurabiliyormuş diye geçirdim içimden.

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *