Korona ile yatıp korona ile kalktığımız bu günlerde beklenmedik olaylara ve gelişmelere de tanıklık ediyoruz. Galiba her şey Maliye Bakanı Berat Albayrak’ın sosyal medyadan duyurduğu istifası ile başladı. Bu çeşit garip uygulamalar da artık moda oldu sanırım. Daha önce de İçişleri bakanı bu benzer yolu denemişti ama kabul görmemişti. Bu istifanın Türk parasının birden değerlenmesine yol açması konusuna değinmek istemiyorum. Beni en çok şaşırtan ve hatta “Bu bir rüya mı? Ne olur beni çimdikleyin.“ dedirten şey ise ondan sonraki gelişmeler oldu.
Sayın Cumhurbaşkanımız bir yandan acı reçete ile de soslandırılmış olarak ekonomi, hukuk ve demokraside yepyeni bir seferberlik başlatacaklarını açıklarken, Adalet Bakanı Abdülhamit Gül de “Bırakın adalet yerini bulsun, isterse kıyamet kopsun. Yargı konjonktüre, birilerinin dediğine bakmaz. Yargı dosyaya, vicdanına, hukuka, Anayasa’ya bakar. Bizim beklentimiz budur… Anayasa Mahkemesi bir karar verip Mahkemenin buna uyar mı uymaz mı? gibi bir öngörülebilirliğin olmadığı yerde yatırımda hukuk öngörülebilirliğinden bahsetmek mümkün değil… Tutuklamayı istisna olarak değerlendiren uygulamaları sağlayacağız… Pardon dediğinizde, kusura bakmayın ama haksız yere içerde cezaevinde tutuklu kalan kişinin o günleri geri gelmiyor. Ticari itibarı, maddi kayıpları geri gelmiyor” şeklindeki sözleri ile adeta yepyeni bir dönemin müjdesini veriyordu. Her ne kadar bu sözler geçmişteki uzun iktidar döneminin bu konulardaki başarısızlığının itirafı sayılsa da o kadar kusur kimde yok, yeter ki bundan sonrası iyi olsun deyip bardağın dolu tarafına bakalım. Ülke olarak daha özgür ve demokratik bir iklimi kim istemez ki? Herkes fikrini özgürce açıklayabilecek, cezaevinde gazeteci, akademisyen, yazar, siyasetçi boş yere yatmayacak. Dahası benim zihnimde cevap aramak zorunda olduğum birçok konu da gündem dışında kalacak.
Herkeste var mı bilmiyorum. Ben bazı konuları kafama gereğinden fazla takıyorum ve sanki üstüme vazifeymiş gibi bunların nedenleri niçinleri üzerinde bir düşüncedir alıyor beni. Bunlardan biri de Cumhurbaşkanlığına hakaret davaları. Şüphesiz ben hukukçu olmadığım için her bir davanın içeriği ile ilgili bilgi ve düşünce sahibi olmam mümkün değil. Ben daha çok işin doğal akışına uygun olmayan psikolojik ve sosyal yönü ile ilgilendim. Çeşitli kaynaklardan edindiğim bilgilere göre hayatımıza giren Cumhurbaşkanlarının isimleri ve açtıkları dava sayıları şöyle sıralanmış. Kenan Evren (340), Turgut Özal (207), Süleyman Demirel (158), Ahmet Necdet Sezer (163), Abdullah Gül (848), Recep Tayyip Erdoğan (17.406). Özetle yaklaşık son kırk yılın tüm davalarının %91 Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan tarafından açılmış. Önceden de söyledim hukukçu değilim. Ama bu hayatın normal akışına uygun düşmeyen bu artışın hukuk dışında da bazı açıklaması olmalı diye de düşündüm. Önce görev süreleri farklıdır ve artış bundan kaynaklıdır diye düşündüm ama bu pek tutmadı. Daha sonra ülkemizin nüfusu yıldan yıla artıyor doğal olarak artış bundan kaynaklı olabilir mi diye düşündüm ama bu da açıklayıcı olmadı. İnsanlarımızın giderek huyu bozuldu, saygısı azaldı desem kurulduğu iddia edilen eğitim sistemi sayesinde daha dindar nesil sayesinde insanların daha saygılı daha munis olmalarını gerekir ve bu da bir sebep olamaz diye düşündüm. İnanır mısınız hiç alakası olmamakla birlikte tefe, tüfe enflasyon, döviz kurları ile de karşılaştırma yapmama rağmen mantıklı bir açıklamasını bulamadım. Yoksa elinde terazisi ile gözleri bağlanmış olarak adalet dağıtan adalet tanrıçasının gözü açıldı da adamına göre konjonktüre uygun adalet mi dağıtmaya başlamıştı.
Tam artık yeni bir dönem başlıyor böyle lüzumsuz şeyler ile kafamı yormayacağım diye düşünürken dakika bir, gol bir dercesine İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı hakkında Kanal İstanbul ile ilgili açıklamaları nedeniyle soruşturma açılınca huylu huyundan vazgeçmez dedirten söylem ve eylem çelişkisi hiç kimsenin gözünden kaçmadı. Her ne kadar soruşturma fikir açıklamaktan değil, kurumsal kaynakların usulsüz harcanması nedeni ile açıldığı belirtilse de 20-25 yıldır İstanbul’un kaynaklarının ne kadar yerinde harcandığı konusunda hafızalarda yer etmiş anılar bu açıklamanın inandırıcılığına gölge düşürdü. Bir de Devlet erkanının bir günlüğüne 8 uçakla yavru vatana piknik ve açılışlar için gitmesi acı reçetenin kimler için hazırlandığı konusunda endişeleri artırdı.
Bütün bunlar olurken şaşırtıcı durumlar yaşamaya devam ettik. Durumlar bu kadar vahamet içindeyken yapılan araştırmalarda iktidar cenahının oyları düşmeye devam ediyordu. Ama aynı zamanda muhalefetin de oylarının düşmesi de işin doğasına aykırı bir durumdur bana göre. Fizikteki bileşik kaplar formülü burada işe yaramıyordu. Kararsızlar partisi en büyük parti olma yolunda hızla ilerliyordu. Vatandaşın göğsünü gere gere “İşte bu” diyerek oy vereceği bir parti henüz ufukta görünmüyor. Şimdilik kendi yaramaz çocukları ile uğraşıyorlar. Hepsinin mutabık olduğu ve sıklıkla tekrarladıkları tıkanmış olan bu sistemin yerine güçlendirilmiş parlamenter sisteme ümit bağlanması bana inandırıcı gelmediği gibi heyecanlandırmıyor da. Birçok yerde kullandığımız “O iyi ama etrafı kötü” benzetmesi gibi. Yönetenler iyi ama sistem bozuk sistem değişince her şey düzeliverecek yaklaşımının kitlelerde karşılığı olduğunu sanmıyorum. Bence sistemin adından çok kuvvetler ayrılığı, laiklik, hukukun üstünlüğü, şeffaflık, denge denetim mekanizmalarının mevcudiyeti gibi ayaklar sağlam olunca sistemin adının pek fazla önemi yok bence. O bakımdan ismi krallık olan birçok ülke bu değerleri benimsediği için çağdaş dünyanın ön sıralarında yer alıyor. Sonra bu söylemle girilen seçimlerde ülkeyi yönetmek için halktan yetki alındı. Ama parlamentoda anayasayı değiştirip güçlendirilmiş parlamenter sisteme geçişi sağlayacak çoğunluğun sağlanamaması halinde “Biz söylemiştik bu sistemle ülke yönetilmiyor. Bir dahaki seçimlere kadar bekleyin” mi denecek. O Bakımdan muhalefetin daha özgür ve müreffeh bir ülke yaratmak için her durum ve şart altında yapacaklarını slogan biçiminde değil somut projeler halinde kitlelerle buluşturması gerekir.
Ben adalet ve özgürlükler konusunda yine de umutlu olmak istiyorum. Aksi takdirde “İfade özgürlüğü var. Ama ifade ettikten sonra olacakları garanti edemem” diyen İdi Amin’in Uganda’sından ne farkımız kalır ki?
Eskiden yazılarıma fıkra ile başlardım. Şimdi de günün mana ve ehemmiyetine uygun olan bir Karadeniz fıkrası ile yazımı sonlandıracağım. Irk ayrımının yoğun olarak yaşandığı yıllarda Temel’in yolu Amerika’ya düşer. Toplu taşıma aracına bindiğinde siyahlar ile beyazların önde ve arkada oturma konusunda tartıştıklarına tanık olur. Duruma hemen müdahale ederek “Bu nasıl ayrımcılık böyle… İnsanlar ırklarına renklerine göre ayrılamaz. Bütün insanlar eşittir. İlla renk diyorsanız hepimiz yeşiliz…” şeklinde bir söylev çeker. Yolcuların hepsi bu müdahaleden memnun olarak Temel’i alkışlarlar. Temel durumdan memnun “Hadi hareket ediyoruz. Açık yeşiller öne, koyu yeşiller arkaya otursun” der.
Necmi Bey, sagolun yaziniz icin. Cocuklarin egitimi icin elzem olan bilgiye ulasim araci diz ustu bilgisayarlarin en ucuzu 6000, 7000 liralardan basliyor. Eskiden en ucradaki gencimiz icin bir umut vardi. Simdi engeller cogaldi.
Yazılarımı beğenmeniz beni sevindirdi. Engeller bazan yılgınlığa yol açtığı gibi bazan da kamçllayıcı bir rol oynayabilir. İnşallah çocuklarımız ve gençlerimiz en az mağduriyetle bu evreyi atlatır.