“EN HÜZÜNLÜ EYLÜL” Osman Balcıgil tarafından yazılmış. Bu yazarın daha önce “Ela Gözlü Pars: Celile” adlı kitabını okumuştum. Diğerlerini bilmem ama bu iki kitaptan edindiğim izlenim, Balcıgil eserlerini gerçek yaşanmış kişiler ya da tarihsel dönemler üzerine kurguluyor. “Ela Gözlü Pars: Celile” kitabında ünlü şairimiz Nazım Hikmet’in annesi Celile’yi anlatıyor Balcıgil. Osmanlı sarayında, Avrupa’da çok iyi eğitim gördüğü ve çok mükemmel bir ressam olduğu kadar mücadeleci duruşu da anlatılıyor bu kitapta. En çok da gönlünü kaptırdığı bir başka şair Yahya Kemal ile olan gönül ilişkisi etraflıca ele alınmış. Hafızalarımızda birçoğunun da bestesi yapılan, Endülüs’te Raks, Sessiz Gemi, Dönülmez Akşamın Ufkundayız gibi şiirlerin sahibi şair bu aşkı taşıyamayarak Celile’yi yarı yolda bırakıyor. Dahası ömrünün büyük bir bölümü zindanlarda geçen Nazım Hikmet için yazar, çizer ve aydın kesim tarafından gösterilen dayanışmaya, büyük şairliğine hiç yakışmayan bir şekilde uzağında kalarak kaypak ve omurgasız bir tutum sergiliyor. Neyse biz başlığımızın konusu kitaba dönelim.
“En Hüzünlü Eylül” tek parti yönetiminden çok partili hayata geçiş tarihi olan 1950 yılı ile bu devrin son bulduğu 1960 yılları arasına kurgulanmış. Büyükada’da yaşayan ama İstanbul ile de bağlantıları olan, birisi Rum diğeri Türk olan iki komşuyu tanıyarak dalıyoruz kitabın sayfalarına. Aynı zamanda çok yakın dostlukları olan bu ailelerin çocukları Yorga ve Suzan çocukluk, gençlik, üniversite arkadaşlığı derken -bizlerin kafasında bin bir düşünce ve önyargı varken- birbirlerine âşık oluyor. En masum, en naturel en sahicisinden hem de. Bu büyük aşk -belki yine şaşıracaksınız ama-ailelerinden de çok büyük destek görüyor ve alkış alıyor. Fakat ne yazık dünya ve hayat sadece bu aşktan ibaret değil. Ülke içinde ve dışında gelişen olaylar iki aşığı bir bilinmezliğe doğru sürüklüyor.
Romanın akışı içinde ülke durumunu değerlendirirken kahramanlarımızın ağzından çıkan şu sözcükler 70 yıl önce ve geçmiş değerlendirilerek söyleniyor desem kim inanır: “Bir kısır döngü bu. Yaşları 20’ye yaklaşanlar memleket ile ilgili telaşe düşüyorlar, kaşer politikacılar enerjilerinden yararlanmak için onları yardakçıları haline getiriyor ve çok geçmeden ortaya bu sefer genç ama kaşer yeni politikacılar ortaya çıkıyor. İttihat ve Terakkiden bu yana değişen hiçbir şey yok. Korkarım elli yıl, yüz yıl sonra da böyle olacak. Kötü kötüdür. İyi iyidir. Öyle değil mi? Bizde değil. Benden olan iyidir, geri kalan herkes kötüdür… Demokrasi getireceğiz diye iktidar olanların, neden birkaç yıl içinde eskilerden daha fazla diktatör oldukları tam bu noktada aranmalı. Çünkü kısırdöngü sürüyor.”
Balcıgil kitabında hem çok masum ve sahici bir aşkı, tarihsel toplumsal gelişmelerin gölgesinde akıcı bir dille çok güzel işliyor. Bazı ön yargılarından arındırılmış insanların ayrı ırk ve inançtan olsalar bile çok iyi dostluklar geliştirebileceği duygusunu yaşatıyor kişide. İnsanların birbirlerine sadece tahammül etmek ve tolerans göstermenin ötesinde katkı sunmak, acılara ve sevgilere ortak olmak gibi erdemlerine dikkat çekiliyor. Kitapta yeri geldiğinde okuyucuya kısa bilgiler veren dip notların yerinde ve kararında olması da güzel. Bazı kitaplarda neredeyse roman kadar dipnot olunca doğrusu insanın kafası karışıyor. Bu günlere örnek olması açısından bu dipnotlardan birini paylaşmak isterim. Biliyorsunuz Merhum Menderes’in gönül ilişkisi yaşadığı hatta Yassıada yargılamalarında da konu edilen Ayhan Aydan ile ilgili bu dipnot aynen şöyle: “O günlerde Ulus gazetesinin başyazarı Nihat Erim’in eline bir fotoğraf geçmişti. Adnan Menderes kendi fotoğrafının arkasına kendi el yazısı ile şöyle yazmıştı. (Severek ve iyi temennilerimle. Ayhancığıma…) Nihat Erim bu fotoğrafla soluğu İsmet Paşa’nın yanında almış, fena halde terslenmişti. (O fotoğrafı hemen ortadan kaldırın, özel hayatlarına karışmak bize yakışmaz)” Bu dipnot bana o günlerde yine de güzel diyebileceğimiz durumlar varmış dedirtti. Ardından da acaba durum bugün olsaydı neler yapılırdı diye de düşünmedim değil.
Kitabın asıl konusunun etrafında geliştiği 1955 yılının 6/7 Eylül olayları ile ilgili birçok insanımızın çok az bilgisi vardır. Resmî açıklamalardan 11 Rum vatandaşın öldüğünü, onlarcasının da yaralandığını, çok sayıda kadının tecavüze uğrayarak hastanelere başvurduğunu, 4214 evin tahrip edildiğini, 1004 işyerinin yağmalandığını, 100’e yakın ibadethanenin yakıldığını, tahrip edildiğini öğrendi insanlar. Hayatın sadece sayılardan ibaret olmadığı bunların arkasındaki travmalar, hayal kırıklıkları Balcıgil’in nefis anlatımı ile okuyucuya sunulmuş.
Toplumsal cinnetten daha öte bir yıkım olan bu olaylar ölümsüz aşk hayalleri yaşayanları da buluyor ne yazık ki. Feci şekilde hayatını kaybeden Yorgo ve onun annesi Kalyopi yüreklere tarifsiz bir ateş düşürüyor. Sağ kurtulan ve tecavüze uğrayan Yorgo’nun kız kardeşi Lena ve babası Hristo akıl sağlığını kaybediyor. Bütün bunlar bomboş yüreği ve aşkı ile baş başa kalan Suzan’da da büyük travma yaratıyor. Beş yıl içine kapandıktan sonra ancak kendine gelebiliyor.
Gerek o dönemde ve gerekse 27 Mayıs mahkemelerinde yapılan yargılamalardan tatmin edici bir sonucun çıkmadığı konusuna dikkat çekilen kitabın nihayetinde romandan bağımsız olarak Osman Balcıgil’in “Sonsöz” açıklaması belki de kişisel bir yüzleşme niteliği taşıyor. Bu “SONSÖZ”de özetle:
“… 6-7 Eylül olaylarına sebebiyet verenler gerçek anlamda yargılanmadılar… Bilerek ve isteyerek davayı bir giz bulutunun arkasına sakladılar… Önce hükümet tarafından uydurulan suçlunun komünistler olduğu yalanına ortak oldular, ardından gözlerini ve kulaklarını bütün gerçeklere kapadılar. Hükümet ve Devlet kavramlarının iç içe geçtiği bazı önemli durumlarda, hükümetlerin hataları ve ayıpları ulusal çıkarlar sarsılmasın ya da ulusal onur zedelenmesin diye görmezden gelinir hatta saklanır. Böyle olunca olup biteni layıkıyla anlamamış toplumlar geçmişleri ile yüzleşememiş, gereken dersi almamış olur… Zannedilir ki kol kırılır yen içinde kalmıştır. Gerçekten kalmaz… Bu da zaman içinde zehirlenmeye yol açar, kangrenle neticelenir… Böyle olduğu için 1978 yılında Maraş’ta yüz yirmi, 1980’de Çorum’da elli yedi ve 1993 yılında Sivas Madımak Oteli’nde otuz üç canın yok olması ile ilgili durumlar tam olarak 6/7 Eylül olayları ile tam olarak hesaplaşılmamış olmaktan kaynaklanmaktadır…. Ne yazık!”
Farklı olanı sadece kabul etmek değil aynı zamanda sevebilmenin pekâlâ mümkün olabildiğini, karşılıksız ve saf bir aşkın tarihsel bir akış içinde büyümesini ve büyüleyiciliğini tanımak isterlerseniz Balcıgil’in bu kitabından başlayabilirsiniz.
Sevgili Necmi arkadaşım;
Her iki kitabı da o kadar iyi anlatmışsın ki, bir solukta okudum.
Çok teşekkür ederim.
Ben de 6-7 Eylül olayları – Varlık Vergisi gibi ırkçı uygulamalar hakkında çokça kitap okudum. “Kötülüklerimizi sakladıkça iyiliklerden uzak kalırız” diye bir de yazı yazdım.
Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreterliği de yapmış General Sabri Yirmibeşoğlu, 6-7 Eylül 1955’te Seferberlik Tetkik Kurulunda görevli bir subaydır. Ve çalıştığı yıllarda “Derin devlet”, “gladyo” diye bilinirmiş.
“6-7 Eylül nedir? sorusuna şu cevabı vermiştir:
“6-7 Eylül de bir ‘Özel Harp’ işidir. Muhteşem bir örgütlenmeydi. Amacına da ulaştı…”
Değerlendirmelerin çok teşekkürler Emin arkadaş. Söz konusu olayların bir anlık galeyan olmayıp planlı ve hazırlıklı bir gayretin olduğu konusunda birçok kimse hemfikir. Ama Yirmibeşoğlu’nun değerlendirmesini senden öğrendim ve hayalkırıklığım daha fazla arttı. Bundan sonrası için umutlanmak istiyorum ama pek fazla da iyimser olamıyorum ne yazık ki…. Selamlar
Sevgili Necmi, gözlerimizi, kulaklarımızı gerçeklere kapaya kapaya bugünlere geldik zaten, yüzleşme kültürü, özeleleştiri yapabilme cesareti yok bu toplumda, doğruya eğri demek, hep haklı çıkmak peşinde koşan cahil bir toplum haline geldik iyice. Bu da bir eğitim işi, aileden başlamalı, okumayan, düşünmeyen dedikodu kültürüyle ömür tüketen, evrensel kültürden uzak kalan toplumların sonu neyse onu yaşıyor bu toplum artık, bu kitabı ben de beğenerek okumuştum, kurgusu gerçeklere dayalı olduğu için karmaşık duygular içersinde kalmıştım, kitabı yeniden okumuş gibi oldum, değerlendirmenlerine ve gelecek için kaygılarına içtenlikle katılıyorum. Eline sağlık.