Yıllar önce Gökçeada’ya tatile gittiğimde görmüştüm terkedilmiş bir Rum köyünü. Galiba adı Zeytinlik idi. Daha sonra da Fethiye’de Kayaköy’ü gördüm. Burasını belki birçoğumuz görmüştür. Epey ziyaretçisi oluyor çünkü. Bu Rum köyünün geçmişi M.Ö. 3000 yıllarına dayanıyor. Ama şu an 100 yıllık bir terk edilmişliğin hüznü okunuyor her bir taşında. Ben böyle metruk, virane yerleşim yerleri gördüğümde içim bir tuhaf oluyor. Acaba yıllar önce burada kimler yaşıyordu? Şu balkonda neler konuşuyorlardı? Hangi yaşanmışlıkları arkalarında bırakarak buralardan ayrılmak zorunda kaldılar. Acaba şu anda burada yaşayanların torunları yaşıyor mu, buralardan haberdar mı? İçlerinden buralara gelmek isteyen olur mu? gibi bir yığın acabanın istilasına uğruyor zihnim.
İşte Dido Sotiriyu’nun yazdığı “Benden Selam Söyle Anadolu’ya” kitabı bu sorulara ve acabalara açıklık getirmek üzere bizleri yüz yıl öncesine götüren bir roman. Yazar Aydın ilimizde doğmuş daha sonra Atina’ya göç etmiş. Ölüler Bekliyor, Tekrar Doğuş, Küçük Asya Faciası Emperyalizmin Doğu Akdeniz Stratejisi, Yalımlar İçinde, Ziyaretçiler, Yıkılıyorduk isimlerinde eserleri de var.
Sözünü edeceğimiz romanın kahramanı Manoli Aksiyodis Ege bölgesinde İzmir ve Aydın illerimize yakın bir yerdeki Rum Köyünde yaşayan birisi. Kendisi on dört çocuk dünyaya getiren ve yedisi hayatta kalan bir ailenin çocuğu. Yıllardan beri köyünde diğer komşuları ile sıradan bir hayatları var. Sahip oldukları tarlalarında üzüm, incir, zeytin yetiştirip ve bunları satıp geçimlerini sağlıyorlar. Ufak tefek sıkıntıları olmakla birlikte mutlu bir hayatları var yani.
Ta ki 1900’lü yılların başında Avrupa’da milliyetçi akımların güçlenmesi ile başta Yunanistan ve Bulgaristan olmak üzere bağımsızlıklarını elde eden ülkelerin Osmanlıdan ayrılması ile bu oluşumların etkisi Manoli Aksiyodis’in köyüne de yansıyor. Köyün bilge kişileri oradaki bağımsızlık ve hürriyetin kendilerine esaret getireceğini fark etmekte gecikmiyor. Aynı tarihlerde gelişen Jön Türk hareketi de bir başka milliyetçiliğin ışığını yakıyor ve nihayetinde bu da Hristiyan ve diğer etnik kimliklere karşı düşmanlık olarak kendini ifade etme yollarını açıyor.
Bütün bu hengâme içinde yıllarca barış içinde yaşamış insanların kaygıları, endişeleri, korkuları habire birikiyor ve birbirlerine sevgileri, saygıları azaldığı gibi güven de duymamaya başlıyorlar. Dostlukların yerini düşmanlıklar, iş birliklerinin yerini tuzaklar almaya başlıyor. Ülke 1914 yılına bu ortamda giriyor. 1. Dünya savaşı ilan edilince aralarında Manoli Aksiyodisin de bulunduğu eli silah tutan herkes silah altına alınıyor. Kendisi daha çok Hristiyanlardan oluşan “Amele Taburu”nda görevlendiriliyor. Yol, köprü, tarla gibi cephe gerisi hizmetleri yürüten bu birlikte çok güç şartlarda aylar yıllar geçiriyor, birkaç kez kaçma girişimi başarısız oluyor. Aynı yıllarda aynı coğrafyada Ermeni tehciri ile bir başka acılara tanıklık etme talihsizliğini yaşıyor Manoli Aksiyodis. Yokluk, açlık, salgın hastalık yanında ve yaşanan aşağılanma duyguları içinde yıllar geçiyor. 1918 yılına gelindiğinde kimsenin inanmak istemediği “Savaş bitti” haberi geliyor.
Tam olarak ne getireceğini bilmeseler de bu haber insanlarda tarifsiz bir mutluluk sağlıyor. Köylerine geri dönerek kaldıkları yerlerden hayatlarına devam etmeyi planlıyorlar. Ancak savaş bitse de insanların birbirine beslediği düşmanca duygular bitmemiştir. Kaygıların, korkuların, belirsizliklerin beslediği zaman ilerlerken günün birinde ortalık Yunanlıların İzmir’e çıktığı haberi ile çalkalanıyor. Bu haberle birlikte komşu Türk köyleri için tam bir kâbus başlamıştır. Zafer sarhoşluğu içinde tam bir çılgınlık ve akıl tutulması yaşanmaktadır artık. Gasp, tecavüz, işkence, insanlığa ait olmayan her ne varsa yapılmaktadır. İnsanlığın vahşi ve acımasız yüzü tekrar ortaya çıkmıştır.
Bu defa Yunan ordusu Rum vatandaşlarını kendi saflarında savaşmak üzere askere alır. Tam savaş bittiği için rahat edeceğini düşünen Manoli Aksiyodis bir başka kâbusun içinde bulur kendini. Artık yüzyıllardır birlikte yaşadığı insanlara kurşun sıkacaktır. Anlam veremez tüm bu olanlara, kafası iyice karışmıştır. Ama öldürülmek ve öldürmek dışında bir seçenek yok gibidir. O da verilen emirleri yerine getirerek hayatta kalmak için aklına vicdanına uymayan savaş işini yapmak zorundadır.
Başta İngiltere, Fransa ve Amerika’nın teşviki ile ilerleyen Yunanlıların hayalleri büyüdükçe felaketleri de yaklaşmaktadır. İzmir’den Anadolu’nun içlerine ilerledikçe yalnızlığı ve çaresizliği artmaktadır. Kendilerini ileri süren güçlerin de giderek desteği azalmaktadır. Sakarya’da gerçeğin ilk işaretini alırlar. Buna hesaba katmadıkları Mustafa Kemal faktörü de eklenince 1922’nin Ağustos’unda bozgun kaçınılmaz olur.
Bozgun sadece bir yenilgi değildir kuşkusuz. Acı verenler ve acı çekenler yer değiştirmiştir sanki. Yapılan zulüm ve verilen acıların bu defa kendilerine döneceği endişesi ile sadece askerler değil sivil halk da kaçış kervanına katılır. Belki de kana kan dişe diş şeklinde bir hesaplaşmanın tarifidir bu yaşananlar. Romanımızın kahramanı Manoli Aksiyodis kurtuluşu bir bot ayarlayarak en yakın adaya kaçmakta bulur. Sonrası malum. Mübadele anlaşmaları, -Kayaköy misali- boşalan köyler, yıkılan hayaller, unutulmaz hatıralar…
Kitap ile ilgili son cümle olarak söyleyeceğim bir şey var ki o kuşkusuz yazarın değil, yayınevinin kusuru. Kitap içinde yüzden fazla sözcük hatalı yazılmış. Son şekli verilip basılmadan önce daha fazla özen gösterilmesi gerekir diye düşünüyorum.
Kitabı okurken ve okuduktan sonra ben de geçmişe bir yolculuk yaptım. Kendimin bir göçmen -muhacir- çocuğu olduğumu hatırladım. Dedelerim kendini Balkan göçmeni olarak tarif ederlerdi. Türkiye için “Vatan”, oralar için “Memleket” sözcüğünü kullanırlardı. Oralardan, oralardaki hayatlarından bahsederken adeta gözlerinin içi gülerdi. Rahmetli dedem yıllar sonra tekrar o topraklara gitme fırsatı yakaladı ve dönüşte anlata anlata bitirememişti. Oralara gitmek, oralardan gelmek hicaza gitmek kadar değerliydi onlar için. Gidip de gelen birisi çeşitli hediyeler ile gelir hemen misafir alınır ya da ona misafirliğe gidilirdi. Ortak konulardan saatlerce sohbet edilir, geride kalan ev, tarla, bağ, bahçe hatta köpekler bile konuşulurdu.
O zamanlar bizim ilgimizi fazla çekmezdi bu konular. Kafamızda kavak yelleri esiyor. “Her şeyi biz biliriz, yaşlılar pek bir şey bilmez” modundayız yani. Dedelerimiz anlattıkça bazen “Dede bugün üçüncü baskı oldu” ya da “O kadar güzeldi de niye geldiniz?” demek nezaketsizliğinde bile bulunurduk. Ama onlar önce bir susar, sonra gözleri buğulanır ve “yaşamayan bilemez” derler ve sil baştan nasıl baş iken ayak olduklarını, Bulgar çetecilerin yaptıklarını, yönetimin bütün bu olup bitenlere göz yumduğunu, hatta “Sizin burada hiçbir hakkınız yok, en haklı olduğunuz konuda bile haksız çıkarsınız. Uzaklarda Kemal diye birisi varmış sizi çağırıyormuş” gibi söylemler ile aba altından sopa gösterdiklerini, canlarının mallarının, iffetlerinin güven altında olmadığını, kendileri için değil -bizleri kastederek- bizden sonrakileri düşünerek böyle bir karar verdiklerini tekrarlardı. Keşke daha fazla dinleyici -hatta yazıcı ve not alıcı- olsaydık belki ben de bunlardan yukarıda bahsettiğim romana benzer bir kitap yazabilirdim diye geçirdim içimden.
Neyse oralarda takılmayıp günümüze gelecek olursak “Onlar bize az çektirmemiş, onlara ne yapılsa müstahaktır” gibi bir düşünce sıradan insanı bir an rahatlatır ama gerçek çözüme hiçbir faydası olmaz. Sadece acı, kin ve nefreti gelecek nesillere aktarır. Bu konular ile ilgili olarak ilgili ilgisiz herkesin canı sıkıldıkça “Soykırımı tanıdım, tanımadım, inkarını da suç saydım, itiraf edin, yüzleşin, kar üzerinde leke vardır bizde leke yoktur, bizde kesinlikle böyle bir şey olmaz” yaklaşımlarını gerçekçi ve samimi bulmuyorum. Çözüm siyahta ya da beyazda değil belki gri alanlarda saklıdır. Peki bunu kim yapacak nasıl yapacak bilemiyorum. Fakat vasat insanların yapacağı bir şey olmasa gerek. Olsaydı şimdiye kadar olurdu zaten.
Ama tarihimizde bunun örnekleri var. Kendimiz akıl edemesek de örnek alarak, izinden giderek birçok sorunu çözmemiz mümkün. İsterseniz biraz gerilere gidip 1934 yılında Atatürk’ün Çanakkale’de hayatını kaybeden Avustralyalı ve Yeni Zelandalı askerlerin annelerine yazdığı mektubu hatırlayalım.
“Bu memleketin toprakları üzerinde kanlarını döken kahramanlar! Burada bir dost vatanın toprağındasınız.
Huzur ve sükûn içinde uyuyunuz. Sizler, Mehmetçiklerle yanyana, koyun koyunasınız. Uzak diyarlardan evlâtlarını harbe gönderen analar! Gözyaşlarınızı dindiriniz. Evlâtlarınız bizim bağrımızdadır.
Huzur içindedirler ve huzur içinde rahat uyuyacaklardır. Onlar, bu toprakta canlarını verdikten sonra, artık bizim evlâtlarımız olmuşlardır.”
Bu mektupta ne var ki diyebilir birçok kişi. Ben bu mektupta hem çok şey var hem de çok şey yok diyorum. Önce yoklardan başlayalım. Atarlanma yok, diklenme yok, hamaset yok, suçlama yok, yargılama yok, infaz yok. Peki ne var? Nezaket ve zarafet var, samimiyet var, empati var, paylaşma var velhasıl insanlığa ait olması gereken şeyler var. Buna ilaveten aynı yıl içinde Kurtuluş savaşında yenik düşen Yunanistan’ın önderi Elefterios Venizelos’un Atatürk’ü Nobel Barış Ödülüne aday gösterdiğini de hatırlarsak barışı kurmanın savaşı kazanmaktan daha hüner isteyen bir iş olduğunun farkına varmış oluruz.
Dediğim gibi aklın yolu bir…
Çok güzel bir tanıtım ve değerlendirme yapmışsınız.
Elinize dilinize sağlık.
Teşekkürler Emin arkadaş
Ne güzel bir köymüş zamanında, tüm evler tek örnek, doğa ile içiçe.. Renove edilemez mi acaba..
Ayrıca gördük ve öğrendik ki evlerin her biri diğerinin görüşünü ve güneşini kapatmayacak şekilde konumlandırılmış. Keşke yıllar öncesinin bu hassasiyeti günümüz mimarisinde ve şehirleşme anlayışında da olmuş olsaydı.
Cok surukleyici bir yazi. Sagolun.