ANDIMIZ

Gün geçmiyor ki Ülkenin gündemi değişik bir konu ile meşgul olmasın. Son haftalarda da ilköğretim kurumlarında yıllardır her gün ders başı yapmadan söylenmekte olan “Andımız” metni üzerinde yoğunlaştı bu tartışmalar. Bilindiği üzere 5-6 yıl kadar önce bir yönetmelik değişikliği ile bu metnin okutulmasına son verilmişti. Bilahare yapılan itiraz üzerine Danıştay verdiği kararla bu uygulamayı durdurarak eski duruma dönülmesinin yolunu açtı. Tabi ne olduysa ondan sonra oldu. Bir çok konuda olduğu gibi bu konuda da toplumumuz hemen ayrışıverdi. Ayrışmadaki en büyük etken bana göre siyasilerin duruşlarından kaynaklandı. Bir çok yazar,çizer akademisyen konuyu hep bu dar çerçevede tartıştı durdu. Yani herkes kendi patronunun doğrusuna hem inanıyor, hemde inandırmak için gayret sarfeder hale geldi. Bu konuda bir çoğumuzun bilgisi yıllar önceki okul yıllarına dayanan bölük pörçük anılardan ibaretti büyük ihtimalle.
Konunun sadece siyasi ve hukuki bir konu olmadığı kanaatini taşımaktayım ben. Bu bakımdan illaki birinin yanında ya da karşısında olmak gereksinimi duymadan konuyu irdelemek zorunda hissettim kendimi. “Andımız” metninin önce içeriğini bir tarafa koyarak konuya yaklaşmak istiyorum. Ben kendi öğrenim hayatımda herkes gibi yıllarca toplu halde adeta haykırırcasına söyledim bu metni. Ayrıca mesleğim gereği yüzlerce hatta binlerce kurumda da söylenmesine tanıklık ettim. 30-40 öğrencilik bir köy okulunda o coğrafyaya renk ve neşe katan görüntüsünü de, İstanbulda 4-5 bin öğrencisi olan okulun bahçesindeki karmaşa ve kaosu da gördüm. Düşünebiliyor musunuz çift öğretim yapan böyle bir okulda 15-20 dakikalık bir zaman diliminde öğrencilerin yarısı okulu terkedecek, yarısı dersliklere alınacak,onlara eşlik eden öğrenci velilerini, bir de öğrenci servislerinin durumunu da ekleyin bu insan kalabalıklığına. İşte bu durumda sıralanmış öğrencilerin okumakta olduğu “Andımız” metninin ne kadar işlevsel olduğunu varın siz hesaplayın artık.
Günümüzde okulları insanları hayata hazırlayan kurumlar olarak kabul eder modern pedagoji. Okul hayatın da kendisidir bir bakıma. Kooperatifçilik çalışmaları,eğitici çalışmalar,çeşitli klüp çalışmaları hep bunun için planlanlanıyor bir bakıma. Şayet okulun hayat ile olan bağını güçlendirecek isek bu uygulamayı bunun neresine koyabiliriz. Hayatın hangi evresinde insanlar işyerlerinin,çalışma alanlarının önünde sıralanıp belli metinleri uygulamak durumundırlar? Diye sormadan edemiyor insan. Benim Hasbelkader Birçok Avrupa (Hollanda,İsviçre,Almanya,İngiltere)ve Asya ülkesini( Çin, Hong Kong)gezme fırsatım oldu. Bu ülkelerde de böyle bir uygulamaya rastlamadım diyebilirim. Çoğu okulda zil sesi bile duymadım. Saati gelince herkes bulunması gereken yerde bulunuyor ve yapması gerekeni de yapıyordu. Bir yandan tek tip insan yetiştirmenin doğru olmadığını söyleyip diğer yandan bununla zıt sonucu verecek uygulamaları sürdürmek pek yaman bir çelişki sayılmaz mı?
“Andımız” metninin içeriği üzerinde de birkaç söz etmekte yarar var sanırım. Bence en çok “Türk’üm” , “Türk varlığına armağan olsun” sözcüklerinde düğümleniyor tartışma. Büyük Atatürk’ün dediği gibi bu bir ırktan çok -ki bende öyle kabul etmekteyim- Türkiye Cumhuriyetini kuran ahaliye verilen ve herkesi kapsayan bir kimlik olarak belirtilse de henüz öyle anlaşılmış olduğunu kabul etmek pek mümkün değil sanırım. Cumhuriyetin ilk yıllarında ümmet toplumundan millet/ulus toplumuna geçiş aşamasında bu şuurun yerleşmesi için belki çok da iyi niyetlerle başlatılan bu girişimin çok başarılı olduğu da söylenemez. Bu konuda dönemin Bakanı Reşit Galip’in iyi niyetinden de kuşkum yoktur. Ama bazı değerleri benimsetmenin yöntemi sadece bir metni yıllarca tekraralamak olmadığını da öğrenmiş olduk.
Ülkemizin insanının en önemli özelliği kendi işi dışındaki işlerde kendisini uzman ve yetkin görmesi diyebilirim. ” Bu pedagojik biliminin işidir, bu konuda yetkili kişi ve kurumlar çağdaş dünyanın uygulamalarını da dikkate alarak en doğru kararları verir,siyasi otorite de bunu hayata geçirir” şeklindeki anlayışa geçtiğimiz gün her şey daha güzel olur diye düşünmekteyim.

ALLAH’IMIZ VAR

“Onların doları varsa bizim halkımız, Allah’ımız var” Sayın Cumhurbaşkanı Erdoğan bu cümleyi dövizin çılgınca yükselmesi üzerine kurdu. Bunun etrafına medyada çok gayri ciddi bulup eleştirenler de oldu, bu cümleye çok derin anlamlar yükleyerek ve analizler yaparak destek çıkanlar da oldu. Bu sözlerin ne niyetle söylendiği ya da toplumda bir karşılığı olacak mı zaman gösterecek. Bu cümle bana çok bilindik masal, fıkra ve hikâye karışımı yazıyı hatırlattı. Farklı kaynaklarda konusunun öznesi yerine göre imam veya papaz olarak yer aldığına da rastladım. İzninizle önce bu hikâyeyi okurlarımla paylaşmak isterim.

Yeryüzünün bir köşesindeki bir köyü/kasabayı sel basmış. Zaman ilerledikçe sel suları evlere de girmeye başlamış. Bunun üzerinde oradaki halk nesi var nesi yok alelacele toparlanıp oradan uzaklaşmaya başlayarak, mallarını ve canlarını kurtarma telaşı içine girmişler. Giderken köyün camisinin (ya da kilisenin) yanından geçerken imama da (ya da papaza) nesi var nesi yok toplayıp kendilerine katılmalarını söylemişler. Fakat imam kendisinin Allah’ın evinde olduğunu, bırakamayacağını, ömrünü buraya harcadığını, Allah’ın da kendisini kurtaracağını, dolayısı ile de gelemeyeceğini söylemiş. Giderek yükselen sel suları bizim din görevlisini caminin çatısına kadar çıkmaya zorlamış. O sırada bir botla yanına yanaşan bir komşusunun yardım talebini de yine aynı gerekçe ile reddetmiş. Sel suları yükseldikçe bu defa imam minarenin en yüksek şerefesine çıkmak zorunda kalmış. Bu sırada uzaktan durumu gören bir helikopter yardım için yanına yaklaşmış. Tanrının kendisini muhakkak kurtaracağına inanan imam bu teklifi de kabul etmemiş, tabi neticede hakkın rahmetine kavuşmuş. Masal bu ya öteki dünyada büyük hesaplaşma başlayınca bizimki tanrıya “Ben senin için ömrümü harcadım. Her günüm ibadetle ve insanları senin yoluna davet etmekle geçti. Büyük sel felaketinde beni kurtaracağına çok inanmıştım ama sen kurtarmadın” diyerek hayal kırıklığını ifade etmiş. Bunun üzerine Tanrı “Hey benim saf kulum sana köylüyü, botu, helikopteri kim gönderdi sanıyorsun?” demiş.

Yani demem o ki bizim dolar hikâyesi bu günün, bu haftanın ya da bu ayın meselesi değil elbet. Sanırım bunu en iyi bilenlerin başında Sayın Cumhurbaşkanı Erdoğan geliyor. Yoksa önünde bir buçuk yıl dikensiz gül bahçesi olsaydı erken seçime gitmek zorunda kalınmazdı. Durumun bu noktaya geleceği birçok kişi tarafından aylar hatta yıllar önce defalarca söylendi, yazıldı, çizildi. Ama insanoğlunun garip bir huyu var, hep duymak istediklerinin söylenmesini ister. Bu ise en kolayı… Yandaş medyaya kapağı attın mı ver mehteri, ver gazı, üst akıl, komplo, herkes bize düşman… Diyerek bir elin yağda bir elin balda yaşayıp gidersin. Bu devirde -hatta her devirde- zor olan muhalif olmak… Sözlerin gerçek bile olsa söyleyen, yazan için risk taşır. Hedef gösterilmek, linç edilmek, aylarca tutuklu kalarak yargılanmayı beklemek var işin içinde. Ama yiğidi öldürüp hakkını da vermek gerekir arada bir de olsa.

Mesela; “Suriye işine fazla bulaşmayalım. Yurtta sulh cihanda sulh, komşularla karşılıklı çıkar ve barış içinde olma” gibi öneriler hiç dikkate alınmayıp, hatta bu önerileri yapanları düşman kampta gösterirken, oyun kurucu olma, dünya lideri olma gazının bizi getirdiği durumun bu günlere gelmekte hiç payı yok mu dersiniz?

Mesela; bu otoyollar, köprüler, hastaneler güzel de araç garantileri, yolcu garantileri, hasta garantileri biraz abartılı olmuyor mu? Bin odalı saraylar, kaçıncısının yapıldığını ve ne işe yaradığını bilmediğimiz muhtarlar buluşması, üç yüz odalı yazlıklar, alışveriş merkezleri çok katlı binalar ve nihayetinde Sayın Cumhurbaşkanının da şikâyetçi olduğu betonlaşma bu günlerin habercisi değil miydi?

Mesela; “Bu Fetö denen adama fazla güvenmeyin. Bunların gizli planları var. Ne yapacakları belli olmaz. Aman bunlara orduyu, yargıyı, emniyeti teslim etmeyin.” telkinlerine kulak asılsaydı, her şeyin başı olan yargı tarafsızlığı, güvenirliliği tartışır hale gelir miydi?

Mesela; 4+4+4 gibi kafalarda dindar ve kindar nesil yetiştirme kavramından başka bir iz bırakmayan, ne getirdiği ve ne götürdüğü hala anlaşılamayan bir eğitim modeli yerine bütün paydaşların ve çağdaş dünya gerçeklerinin dikkate alındığı, bu arada isteyen öğrencinin istediği derinlikte dini bilgisini de alacağı bütünleştirici model üzerinde uzlaşılamaz mıydı?

Mesela; özellikle tarımda kendine yeten bir Türkiye’den, hayvanı, samanı dahi ithal eden bir ülke haline geldikten sonra, dış ticaret ve cari açıklardan nasıl kurtulur? Bu günlerin hazırlayıcıları arasına bunları da ekleyebiliriz.

Bu örnekleri daha da çoğaltabiliriz. Ama araba devrildikten sonra yol göstermiş durumunda olmak da istemem hani. Kısacası mesele rahip meselesi değil. Bu olsa olsa meseleye sadece tüy dikmiştir. Rahip salınsa bir türlü, salınmasa bir türlü. Sakal bıyık meselesi yani. Buradan onurlu bir çıkış olur mu? Bu konu üzerinde biraz kafa yormam gerekecek. Bir yol ve yöntem geliştirebilirsem önümüzdeki günlerin yazı konusu olarak düşünebilirim.

BU YAZ ÇOK SICAK GEÇTİ

Gerçekten bu yaz her anlamda sıcak geçti bizim için. Meteorolojik anlamdaki sıcaklıklar hepimizin malümu zaten. Sosyal anlamdaki yaşanmışlıkların da sıcaklığını hissettik bu yaz.

Büyük oğlum Dinçer 2010 yılının 20 Haziranında evlenmişti. Küçük oğlumunda bu durumu yaşaması bu yaza kısmetmiş. 16 Haziranda nişan ve 28 Ağustosta da düğün / nikah gibi hızlı ve kendilerine yakışır bir serüvenle sonuçlandırdılar bu durumu. Tabi birer cümle ile anlatılan bu gelişmelerin ayrıntıları da  hayli dikkat çekici.

Aile ve az sayıda dost arasında yapılması planlanan nişan için Seda kızımızın Burhaniye’de ailesinin ikamet etmekte oldukları mekan düşünülmüştü. Biz de o sıralarda Altınoluk’ta olduğumuz için oraya ulaşmamız zor olmayacaktı. Gençer ve ağabeyi Dinçer de İstanbul’dan beraberinde getirecekleri akraba ve dostlar ile anılan mekanda olacaktı.

Fakat hayatta bazen her şey planladığı gibi olmuyor. 15 Temmuz gecesi yaşanan darbe teşebbüsü  bizim için değil ama özellikle İstanbul’dan gelecekleri çok zor duruma düşürdü. Herkes bulunduğu yerde adeta mahsur duruma düşmüştü. Dinçer akşam yemeğine gittiği yerden dönüp araba kiralayacakları mekana ulaşamamış, güç bela kardeşi ile birlikte Yenikapı feribotuna yetişebilmiş. Onlarla birlikte gelmeyi düşünenler ise bu meşakkatli yolculuğu yapamadı ve nişana yetişemedi. Gençer ve Dinçer bu defa arabayı İstanbul’dan değil Bandırma’dan kiraladılar. Kiralanan bu araba ve akıbeti ise tam bir rezalet. Bandırma Elit Rent a Car Rezaleti“ni oğlum Dinçer’in kaleminden ayrıntıları ile okumak isterseniz bir tık yeterli.  Neyse her şeye rağmen olayın en önemli figürleri olan oğlumuz Gençer ve kızımız Seda’nın yakın dost ve akrabaları ile nişan buluşması sağlanmış oldu. Benim Allah’ın emri, peygamberin kavli..faslını da içeren giriş konuşmasına müteakip nişan yüzüklerini bütün aile büyüklerinin iştiraki ile taktık.

Seda kızımızın ailesinin yazlığı Burhaniye’de adı çokça bilinen DENETKO denilen bir site içinde. Yine bu site içindeki ADA dedikleri bir tesiste bize çok güzel bir akşamda güzel bir /nişan yemeği yedirerek bu güzel gün taçlanmış oldu.

28 Ağustos Saat 15.45 te Beşiktaş evlendirme dairesinde kıyılan nikahla beraberlikleri tüm davetlilerin önünde yasal bir statü kazanmış oldu. Akşamında düzenlenen tekne gezisi de sıcak geçen yazın bir finali oldu. Gerçi tekneden sonra bir de SORTİ etkinliği yaşanmış ama bu bizim ilgi ve bilgi alanımızda olmadığı için onun ayrıntısına giremeyeceğim.

Bütün bu yaşananlar insanın içini ısıtan şeyler. Uzunca yıllardan beri içimizi ısıtan, bizi mutlu eden şeylerin çoğunu çocuklarımız sayesinde yaşadık. Bazen acaba bu kadarını hak ediyor muyuz diye düşündüğüm bile oluyor. Bu yaz aylarındaki tatlı telaşlar ile de ilgili birçok şey onların katkısı ve emeği ile oldu diyebilirim. Bize ancak iştirak etmek belkide çorbaya bir miktar tuz atmak düştü… Sağ olun var olun çocuklar…Mutlu ve sağlıklı günler sizin olsun…

MUHTAR BİLE OLAMAZ……

Sayın Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan’ın başlattığı yeni bir gelenek sanırım hiç kimsenin dikkatinden kaçmamıştır. On iki yıllık Başbakanlık döneminde yaptırdığı muhteşem sarayında polislerden iş adamlarına, esnaflardan muhtarlara  çeşitli meslek grupları ile yaptığı bütün toplantılar televizyonlardan da canlı olarak verilmektedir. Yakında sıra apartman yöneticilerine gelirse şaşmam. Sayın Cumhurbaşkanı bu toplantılarda havadan sudan biraz konuştuktan sonra sözü paralel yapıya ve arkasından başkanlık sistemine getirmekte bunun için de yaklaşan seçimlerde isim zikretmeden şark kurnazlığı diyebileceğimiz bir zihniyetle malum partiye  400  milletvekili istemektedir.

Bu toplantılardan muhtarlar ile ilgili olanı birkaç kez tekrar edildiği için medyada daha geniş yer aldı. Bu toplantılarda da Cumhurbaşkanı zamanın muktedirleri tarafından kendisi için söylenen  “muhtar bile olamaz” sözcüğünü hatırlatıp sözü “Ama bakın ben cumhurbaşkanı bile oldum” demeye getirmektedir. Bu durum bana halk arasında çok söylenen bir fıkrayı hatırlattı. Hani adam çocuğunda gördüğü bazı özelliklerden dolayı ona sık sık “Sen adam olmazsın” der dururmuş. Nihayetinde çocuk büyümüş tahsilini tamamlamış vali olmuş ve babasını makamına çağırarak “Baba sen bana adam olmazsın diyordun ama bak ben vali oldum.” demiş . Babası da  kastettiği şeyin farklı olduğunu hissettirircesine “Ben sana vali olamazsın demedim adam olamazsın dedim.” cevabını vermiş. Konuya bu açıdan baktığımızda “Muhtar bile olamaz” cümlesinin yanlış değil, olsa olsa eksik bir cümle olduğu söylenebilir. Söyleyen kişiye de sorulsa ”Ben cumhurbaşkanı olamaz demedim muhtar olamaz dedim” biçimindeki açıklaması ile cümleyi daha anlaşılır hale getirecektir.

Seçimlerde oy kullananlar hatırlayacaktır. Belediye başkanından milletvekiline, il encümeninden belediye encümenine tüm seçilenler genelde bir siyasi parti şemsiyesi altında oy pusulasında yer almakta iken muhtarlar hiçbir siyasi parti kimliğini kullanmadan beyaz bir kağıt parçasındaki isimleri ile bu yarışa girmektedir. Seçildikten sonra da cumhurbaşkanı gibi tarafsız kalacaklarına dair anayasal ve yasal bir yemin etmemelerine rağmen hizmetlerini ayrıştırmadan, ötekileştirmeden,  nefret dilinden çok sevgi ve samimiyet dilini kullanarak yürüttüklerine tanık oldum çoğu kez. Ha tabi onların bir siyasi görüşü yok mu elbette var. Ama en azından bunu işine karıştırmamayı en iyi yapanların muhtarlar olduğunu düşünmekteyim ben.

Bir de merak ettiğim bir şey insanların muhteşem saraya davet konusunda ne hisssettikleridir. “Keşke ben de çağrılsam” diye mi, yoksa “İnşallah beni çağırmazlar” diye mi düşünürler. Kolay değil yani orada susmak, dinlemek ve alkışlamak dışında bir seçeneğiniz yok. Söz gelimi muhtarlar ile yapılan toplantıda muhtarın biri söz alıp “Sayın Cumhurbaşkanım davetiniz bizi çok mutlu ve bahtiyar etti. Ömrümüzde görmediğimiz güzellikleri gördük. Adını bile duymadığımız yemekleri yedik. Sağ olun eksik olmayın Allah sizi başımızdan eksik etmesin. Ama merak ettiğim bazı şeyler de var. Bu değirmenin suyu nereden geliyor? Ben boğazımdan şimdiye kadar haram lokma geçirmemeye özen gösterdim. Bize kimin kesesinden ziyafet çekiliyor? Burada konu mankeni ya da dolgu maddesi olarak kullanılmak ağırıma gidiyor. Türkiyede elli binden fazla muhtar var. Bu davet ve ikram hepsine yapılacak mı? Bir de bize formaliteden muhtar bilgi formu, talep formu gibi şeyler doldurtuyorsunuz. Bunca işinizin arasında bunlarla uğraşacağınızı tahmin etmiyorum. En iyi ihtimalle hiyerarşik olarak İçişleri bakanlığı, valilikler ve kaymakamlıklara gönderilecek . Bu tür toplantıları zaten biz sizin bir uzantınız olan mülki amirlerimizle düzenli olarak yapıyoruz. Burada sizin örtülü bile diyemeyeceğimiz seçim kampanyanızın ve başkanlık ihtirasınızın bir parçası olmaktan öteye bir fonksiyonumuz yok gibi geliyor bana…” şeklinde konuşmaya başlayıverse  ne olur acaba?

Neyse muhtarlardan girdik ama sözü de fazla uzattık galiba. İyisi mi Atatürk’ün sanatçılar için söylediği sözü muhtarlara uyarlayarak yazımızı sonlandıralım. “Efendiler… Hepiniz Milletvekili olabilirsiniz, bakan olabilirsiniz; hatta Cumhurbaşkanı olabilirsiniz; Fakat Muhtar olamazsınız…..!”

SIRA DIŞI YA DA FARKLI OLANLAR (3)

Blogumu takip edenler bu yazımın “SIRA DIŞI YA DA FARKLI OLANLAR” serisinin üçüncüsü olduğunu fark edeceklerdir. Bu yazının ilki rahmetli olmuş Aptullah eniştemiz ile, ikincisi yazlık komşumuz Hasan bey ile ilgili idi. Bu yazımı da Neriman Harput isimli bir arkadaşımıza, dostumuza, meslektaşımıza ayırmayı uygun gördüm.

  SIRA DIŞI YA DA FARKLI OLANLAR (3)

Neriman Harput eşimin Amasya Öğretmen okulundan sınıf arkadaşı. Benimle olan tanışıklığının çıkış noktası buradan kaynaklanıyor. Okulu bitirdikten sonra öğretmen olarak yurdun çeşitli yerlerinde çalışarak ve bu arada ilerici ve aydınların ödediği bedelleri de ödeyerek şu anda bizler gibi emekli bir eğitimci olarak hayatını sürdürmektedir. Buraya kadar olan durum ile ilgili olarak  bir sıra dışılık ya da farklılık olmadığını ben de kabulleniyorum. Ama ne zaman ki bu arkadaşımız herkesin sahip olmak ve yaşamak için can attığı Kadıköy, Moda’daki evini satarak Saroz körfezi civarında, Enez İlçesi yakınlarında bir miktar tarla alıp meyvecilik yapma gayretine girişti ve dolayısı ile de benim bu serideki yazı dizimin içinde yer almayı hak etti diye düşündüm. Kendisi de bizi yaratmış olduğu bu dünyasına sık sık davet ediyordu. Biz de eşimle birlikte geçtiğimiz Eylül ayının son günlerinde bu davete icabet etme şerefine,fırsatına ve şansına sahip olduk. Minibüsle bize tarif edildiği şekilde  Keşan- Enez istikametinde 40 kilometre kadar gidip Abdurahim köyünde indik. Arkadaşımızı da bizi orada bekler bulduk. 2-3 kilometre kadar sonra geldiğimiz Vakıf köyü hem kendisinin ikamet ettiği hem de tabir yerinde ise çılgın projesini gerçekleştirdiği köydü.

  SIRA DIŞI YA DA FARKLI OLANLAR (3)

Bundan yaklaşık üç yıl kadar önce Neriman Harput -kendisinin liderliğinde ve organizasyonunda-  üç kız kardeşinin de imkanlarını birleştirerek 80 dönümlük bir yer alarak işe başlamışlar. Arazinin meşe ağaçlarından temizlenmesi, sulama sistemlerinin kurulması, beş binden fazla kiraz fidanının dikilmesi, bu fidanlara ilaveten erikten nara, şeftaliden zeytine bir çok fidanında arazide yer almış olması karşısında gerçekten şaşırdık. Bu yolculukta  Neriman arkadaşımız bir çok zorluğu zekası, kararlılığı, mantığı ve sabrı ile yenmesini bilmiş.  Onun için  “zorluk diye bir şey yok, belki imkansız olan vakit alabilir” denebilir. Birlikte arazisini gezerken doktorun hastanın gözüne, boğazına bakarak hastalığını anlaması gibi onun da ağaçların dalına, gövdesine, yaprağına bakarak hemen durumunu tarif etmesi ve çaresini açıklaması bizi hayrete düşürdü diyebilirim.

  SIRA DIŞI YA DA FARKLI OLANLAR (3)

Bir gece bizi misafir eden Neriman arkadaşımızın sadece kendi arazisi ile ilgili çalışması değil köy halkı ile kurduğu olumlu ilişkiden da çok etkilendik. Çünkü biliriz ki köy halkı genelde dışarıdan gelen kişilere önce mesafelidir ve iyice inanmadan kabullenmesi zordur. Köy kadınları ile iletişimi, okula devam eden çocuklara ders konularında yardımcı olması kendisini kabul edilebilir olmaktan öteye aranır bir hale getirmiş. Bahçelerden çıkan sebze, inekten sağılan süt, denizden tutulan balık bir şekilde Neriman arkadaşımızın adresini buluyor. Kendisinin sadece işi ile değil bu coğrafyanın tamamı ile bütünleştiğini söylersek abartılı bir gözlem olmaz.

  SIRA DIŞI YA DA FARKLI OLANLAR (3)

Neriman arkadaşımızın çabalarını ve yarattığı mucizeyi bu satırlara sığdırmak gerçekten kolay değil. Orasını görmek ve yaşamak gerekir. Bize gösterdiği misafirperverlik ve özellikle de soğansız olduğu için benim favorim olan pehli yemeği için çok teşekkür ederiz. Birlikte yediğimiz yemekte kendisinin mayaladığı yoğurt, peynir ve her şey çok güzeldi. Günlerin aydınlık, kirazların – tabi  diğer sebze ve meyvelerin de- bol ve bereketli olsun kiraz güzeli…

HASTANE GÜNLERİ

Sağlık problemleri ve hastanelerle ilgili yaşantısı oldukça çeşitlilik gösteren babam, zatürre ve bronşit karışımı diyebileceğimiz rahatsızlığından dolayı Tekirdağ Namık Kemal Üniversitesi Tıp Fakültesi, Eğitim ve Araştırma hastanesine yatırıldı geçtiğimiz günlerde. Hastanenin 313 numaralı odasını kendisi ile birlikte dört hasta ile paylaştığı süre içinde ben, amcam, kız kardeşim ve onun eşi vardiya usulü refakatçilik görevini yüklendik.

HASTANE GÜNLERİ

Babamın tam karşısında yatan ve 53 yaşındaki memur emeklisi Fahrettin bey de bizimle aynı gün dahil oldu odanın kadrosuna. “ Ben de Lenfoma var,ben lenf kanseriyim. Tekirdağ’daki Üniversite hastanesinde tedavim başlayacak. Kendime ve buradaki doktorlara çok güveniyorum.  Ancak daha önce böbreğim ile ilgili rahatsızlığımdan dolayı diyalize girdim ve tedavim devam ediyor. Her gün içtiğim suyu ve çıkan idrarı ölçüyoruz.” şeklindeki telefon konuşmalarından kendisinin yaşadığı sağlık problemi hakkında fikir sahibi olmuş olduk. Sıradan insanlar için  kanser sözcüğünün  son derece  ürkütücü ve  moral bozucu etkisi yerine Fahrettin beyde bu teşhise karşı son derece öz güvenle adeta rakibini gözüne kestirmiş bir boksör edasıyla “Gel de hesaplaşalım” dercesine mücadeleye hazır görünmesi çok etkileyici geldi bana. “Hanım şu aynayı ver de kemoterapi öncesi dökülmeden şu saçlarımın bir güzelliğini seyredeyim” diyerek de hastalığını bir yandan da tiye alıyordu. Ne var ki, takılan sondalar, diyaliz macerası, verilen serumlar, muhtemel kemoterapi uygulamalarına karşı son derece cesur olan Fahrettin beyin ellerinin titrediği, korktuğunun yüzünden anlaşıldığı bir durumu fark etmekte gecikmedik. Hemşirenin “Fahrettin bey uzatın parmağınızı bir kan şekerinize bakalım” diyerek bir damlacık kan çıkarmak için sivri ve kesici aleti batırdığında kendisi en büyük korkuyu yaşıyor. Zaten “Damarımdan ne alırsanız alın da şu işi yapmayın” diyerek bunu itiraf da ediyor.

Babamın çaprazındaki Levent bey ise bir aydan fazla ikameti ile en kıdemli olmanın avantajını kullanarak “Ben koğuş ağasıyım” esprisini yapıyor. Kendisinin yüksek şeker ile ilgili rahatsızlığın olduğunu öğrendiğimiz bu hastamız da yine 50 li yaşlarada. Hastanede uzun süre kalmanın getirdiği tanışıklıkla birlikte bazı becerileri geliştirdiğini fark ediyoruz. Kendisinin ve diğer hastaların serumunu çıkarmakta hiç zorlanmıyor. Rahatsızlığından dolayı ayağından geçirdiği ameliyat sonrası doktoruna çok güvendiğini söylüyor. “Doktorum seni iyi etmeden buradan salmam diyor” sözlerinden de  bunu anlayabiliyoruz. Sıklıkla yapılan insilün ve parmağından kan örneği alınması sırasında Fahrettin beyin tam tersine bunu son derece  kolay yapıyor. Bazen hemşireler “Levent bey kan şekerinize bir bakalım” dediğinde uyku ile uyanıklık arasında parmağını rahatlıkla uzatıyor

HASTANE GÜNLERİ

En son hastamızda yine 50 li yaşlarda ve babamın hemen solunda yatan dördüncü hasta oluyor. Sürekli inlemesinden,oflamasından belki de koğuşun en çok acı çeken hastası olduğunu düşünüyorum.”Çok ağre beyaa…çok sancı var beyaaa” şeklindeki söylemlerinden, vücut hareketlerinden ve yüz ifadesinden bu çok net fark ediliyor. Kendisine iki ablasının sırası ile refakat ettiği hastamızın mahiyetini tam olarak bilemediğim karaciğer rahatsızlığı geçirdiğini öğrendim. Hemşirelerin zaman zaman yaptığı ağrı kesicilerin de yeterli olmadığı hemen anlaşılıyor. Bu ortamda babam dahil herkesin ne kadar kalacağını ise kestirmek mümkün olmuyor. Her birinin en kısa zamanda sağlığına kavuşup bu mekanı terk etmesi en samimi dileğimiz ve duamız olarak dökülüyor dudaklarımızdan.

Şurası var ki ufak tefek eksikliklerine rağmen hastane personelinin tavırları hoşuma gitti. Eskiden gördüğümüz burunlarından kıl aldırmayan ve alçak dağları ben yarattım havaları yok.  Konuşmalarında, yaklaşımlarında son derece samimi kibar ve iletişime açık insanlar olarak gördüm kendilerini.

HASTANE GÜNLERİ

Çok sevdiğimiz ve şimdi rahmetli olan Salih Otoran adlı bir hocamız vardı. “Zaman izafi bir kavramdır, uzunluğu ve kısalığı duruma göre değişir. Sevgili ile geçen  3 saat, kızgın bir metal üzerinde  geçirilen 3 dakikadan daha kısa olabilir” derdi. Zamanın bu göreceli durumunu burada hem hastalar hem de refakatçiler için geçerli olduğunu söyleyebilirim. Hastanede zaman diğer coğrafyalara göre daha uzun ve daha yavaş ilerliyor sanki. Özellikle de geceleri iyice  ağırlaşıyor. Hastaların yaşanan saatle ilgili olarak “ Hala mı on iki, hala mı bir buçuk” yakınmalarından zamanın adeta geçmemek, ilerlememek için direndiği kuşkusuna kapılıyor ve bir an önce günün ışımasını sabırsızlıkla bekliyorsunuz. Neyse daha fazla uzatmadan halkımızın sağlık kuruluşları ve görevlileri ile  ilgili asırlık bilgelik geleneğinden süzülmüş “Allah düşürmesin  Allah eksikliğini de göstermesin “ sözü ile bitirelim en iyisi yazımızı.

 

2014 YILINA GİRERKEN

Yazılarımı takip eden değerli okuyucuları  bir kaç yıldır gelenekselleşen yılbaşı yazılarımdan bu yıl  mahrum bırakmak istemem. 2013 yılını 2014 bağlayan geceyi bu yıl bizim fakirhanede kadim dostlarımız Salih bey -namı diğer Poyraz Sali- ve kıymetli eşleri Filiz hanım ile birlikte geçirdik. Mütevazi soframızda ayrıca  yeğenimizin  de yer alması geceye ayrı bir anlam kattı. Geçmişten, gelecekten, kaygılardan, çocuklarımızdan konuşurken birden kendimizi 2014 ün içinde buluverdik. Salih beyler ile birlikteliğimizde mırıldandığımız adeta her beraberlik için fon müziği haline gelen Nesimi’nin çok bilinen ve galiba Ali Ekber Çiçek tarafından derlenen “Melamet hırkası”  dizelerinin  tamamını bu bölüme almayı kendime bir borç saydım.

ben melamet hırkasını

kendim giydim eğnime,

ar ü namus şişesini

taşa çaldım kime ne

haydar haydar taşa çaldım kime ne

 

sofular haram demişler

aşkımın şarabına

ben doldurur ben içerim

günah benim kime ne

haydar haydar günah benim kime ne

 

gah çıkarım gökyüzüne

seyrederim alemi

gah inerim yeryüzüne

seyreder alem beni

haydar haydar seyreder alem beni

 

gah giderim medreseye

ders okurum hak için

gah giderim meygedeye

dem çekerim aşk için

haydar haydar dem çekerim aşk için

 

nesimi’yi sorsalar kim

yarin ile hoş musun

hoş olam ya olmayayım

o yar benim kime ne

haydar haydar o yar benim kime ne

2014 YILINA GİRERKEN

 Bizden altı saat önce yeni yıla giren Şangay’daki büyük oğlum ile Londra’da bulunan ve bizden iki saat sonra 2014 le tanışan küçük oğlum ile de günümüz teknolojisinin nimetlerinden yararlanarak haberleşmiş olmak bu geceyi bizim için çok daha keyifli hale getirdi. En nihayetinde yanında sazını da getiren  yeğenimiz “Karadır kaşların ferman yazdırır”dan, “Çanakkale içinde vurdular beni”ye birçok bilindik türkü ve deyişle kulağımızın pasını sildi.

Hepiniz iyi ki varsınız dostlar, 2014 hepimize, hepinize  ve tüm insanlığa sağlık,huzur ve mutluluk getirsin.

 

BURASI TÜRKİYE…..

Emekli olmadan önceki müfettişlik yıllarımda yaklaşık bir ay görevine özürsüz olarak gelmeyen ve yasal olarak müstafi duruma düşen (istifa etmiş sayılan)bir personelin soruşturmasını yapmıştım. Geriye dönük olarak sağlık raporu da alınamayacağı ve de hizmet yılı olarak henüz emekliliğini de hak etmemiş olduğu da düşünüldüğünde görevinin sona ereceği konusunda üzücü de olsa bir kanaate varmıştım. Çok uzak bir ihtimalle duruma ve usule uygun bir sağlık kurulu raporu getirirse belki malulen emekli olma şansı olabilir diye düşünüyordum. Ama her durumda fiili çalışma hayatı sona ermiş olacaktı ilgili kişinin.

Soruşturma mevzuatı doğrultusunda yapılacak işlemleri sırası ile gerçekleştirdikten sonra en son adı geçen kişinin ifadesine başvurdum. Kendisi ifadesine ek olarak bir de sağlık kurulu raporu ibraz etmişti. Raporun karar bölümüne baktığımda ” İlgili kişi ….. rahatsızlığı geçirmektedir. Bu rahatsızlığın hayattan, meslekten soğuma ve işinden uzaklaşma gibi belirtileri vardır. Bu sebeple de kendisinin iki ay istirahat etmesi ve geçmişe dönük devamsızlık günlerinde de raporlu sayılması gerekmektedir…” Şeklindeki ifadeyi okuyunca hem ileriye hem geriye dönük günler için işleyen bir rapor karşısında ” burası Türkiye, burada her an her şey olabilir” dedim ve yasal olarak yapılması gerekeni yaptım.

17 Aralıktaki meşhur yolsuzluk ve rüşvet operasyonu ve çeşitli kesimlerin farklı tepkileri karşısında niye ise geçmişte yaşadığım bu olay aklıma geldi birden. Yıllarca “Suçluluğu ispatlanıncaya kadar herkes masumdur, bunların hepsi yeri yurdu belli insanlar sabahın köründe apar topar götürüleceğine çağrılsalar gelmezler miydi?, sonra birbiri ile alakalı olmayan kişi ve olaylar nasıl bir araya getirilebilir” şeklindeki feryatlara kulak tıkayanların ucu biraz kendilerine dokununca aynı cümleleri kurmalarını ironi mi kabul etmeliyiz yoksa “Allahın sopası yok “demek daha mı iyi olur bilemiyorum.

Bir de adeta yavuz hırsız tepkisi ile bunu iç ve dış odakların hükümete karşı komplosu diye lanse etmeye çalışmazlar mı tam  trajikomik bir durum yani. Şayet öyleyse bazı güvenlik mensuplarına yapılan paralel devlet ve devlet içinde çete oluşturmak şeklinde suçlamalarının karşılığı o görevden alınıp bu göreve,o ilden alınıp diğer ile atamak mıdır? Yıllarca aynı ifadelerle suçlanan insanlara Silivri’de neler çektirildiği ne çabuk unutuldu. Eğer hükümet gerçekten adalet arayışında samimi ise  bu kişilerinde oralarda yargılanması gerekmez mi? Hoca efendinin yıllar önce söylediği “Taa ilerilere gitmeli, can damarları içinde dolaşmalıyız. Cepheleri öğrenmeleri lazım arkadaşlarımızın. Hukuk sistemini didik didik etmeliler. Sistemin püf noktalarını bilmeleri lazım. Biz de çalışıp onları istifade edecekleri mevkilere getirmeliyiz.” şeklindeki talimatlarından yeni mi haberi oldu hükümet erkanımızın.

Eski türk filmlerinin birinde Şener Şen’in yatakta bir kadınla uygunsuz bir durum da yakalanınca “Kim koymuş bunu yanıma..komplocular..” diye ortalığı ayağa kaldırdığı duruma benzettim biraz da manzarayı. Yani fiili işleyenlerle ilgili hiçbir şey söylenmiyor ama yakalayanlar ve yargılayanlar adeta topa tutularak buradan da bir mağduriyet üretilmeye çalışılıyor.

Bir de üstlerine haber vermeden böyle bir operasyon nasıl yapılırmış taarruzu var ki güler misin ağlar mısın demekten başka bir şey gelmiyor insanın aklına. Yani operasyonu yapanlar ilgili bakana “ Şayet müsaitse ve de izniniz olursa sizin  mahdum bey ile ilgili bir soruşturma yapmak istiyoruz” diyecekler bakan bey de “Başım gözüm üstüne ben kendisine haber vereyim karpuz kesmeyi de unutmasın” diyecek ve buradan da adalet çıkacak. Bilinen tabirle buna kargalar bile güler herhalde.

Normal bir hukuk devletinde böylesi durumların akıbetini kestirmek zor olmaz. Ancak son yıllarda yaşanmış olan Ergenekon, Balyoz, 28 şubat, Askeri casusluk, Deniz feneri davası ya da 7 Şubat (Mit krizi) olaylarından sonra doğrusunu söylemek gerekirse artık benim adalete pek güvenim kalmadı.Yüzde doksan dokuz suçlu olanların yargının elinden kurtarılabildiği bir ortamda yüzde doksan dokuz masum olanların pekala cezalandırılabileceği endişesini taşır oldum. Bu bakımdan evlerinde bizim telaffuz dahi edemediğimiz miktarda paralarla yakalanan insanların akıl hocalarının da katkıları ile bunlar için uygun kılıflar hazırlanmakta zorlanmayacaklarını tahmin ediyorum. Zaten basında “Bu paralar İmam hatip okulu ya da üniversite yaptırmak için toplanan bağışlardır” şeklindeki açıklamaları da duymaya başladık. Bu tutmazsa “Oğlumun düğünündeki takıları sattım”a sıra gelir. Bunlar da olmazsa bir gece yarısı çıkarılan torba yasalardan birinin içine“ Bakan çocukları, banka genel müdürleri, iktidar partisine ait belediye başkanları ve birinci sınıf müteahhitlerinin yargılanması başbakanlığın iznine tabidir” şeklinde bir madde eklenerek bu iş kökten halledilebilir.

Ne demiştik yazımızın başlığında “Burası Türkiye burada her an her şey olabilir”

 

GARİP BİR ALIŞVERİŞ ÖYKÜSÜ

İnsan zihninin çok garip ve karmaşık çalışma sistemi var. Aynı olay ve durumlar karşısında birbirine zıt iç yaşayışlar üretebiliyor. Bilmem sizde de oluyor mu? Söz gelimi çarşıda, pazarda gezinirken birden vitrinde çok beğendiğiniz bir elbise görüyorsunuz. Etiketinin üzerindeki çizilmiş olan eski fiyatına göre epey de indirim yapıldığını görünce daha bir alasınız geliyor. Acaba bana uygun bedeni var mı endişesi ile içeri giriyorsunuz. Tezgahtar seri bir kontrolden sonra istediğiniz bedendeki elbiseyi size veriyor ve “Bu bedenden sadece tek bu kalmış” demeyi de ihmal etmiyor. Üzerinizde deniyorsunuz tabir yerinde ise cuk oturuyor. Çok şanslı bir kişi olduğunuza inanarak elbiseyi alıyorsunuz.

Buraya kadar olan kısım herkesin yaşadığı bir şey. Fakat ben de ise bundan sonraki durum biraz farklı  galiba. İsteyerek, arzulayarak aldığım elbiseyi daha dolaptaki yerine asarken bir iç ses hemen harekete geçiyor ve “Bir sürü takım elbisen yok mu, sanki çok mu ihtiyacın vardı, ne zaman giyeceksin, biraz daha beklesen fiatı belki biraz daha düşerdi, başka renk bilmez misin bak yine gri almışsın, ötekilerden ne farkı var bunun….” şeklindeki konuşmalarla sanki elbiseyi almadan önceki isteği arzuyu yerine getiren beyin aynı beyin değilmiş gibi  bu defa saf değiştirip tam bir muhalif gibi davranmaya başlıyor. Bu durumlarda ben de o sese karşı farklı argümanlar geliştiriyorum ya da durumu zamanın tedavi edici ellerine bırakıyorum.

Benzer bir olayın biraz daha büyük ölçeklisini geçtiğimiz aylarda yine yaşadım. Büyük ölçekli dememin sebebi söz konusu olan bir elbise ya da bir elektronik eşya değil bir evdi. Yanlış duymadınız satın alınacak olan gerçekten basbayağı bir daire idi. Eylül ayı başında eşimle birlikte kız kardeşimin kızının düğünü için Antalya’ya gittik. Düğün akşamı ve daha sonrası eski okul arkadaşımız  Ayşe ve eşi Mustafa bizi birkaç gün konuk ettiler. Konuk ne demek kaldıkları apartmanda bir daireyi tabir yerinde ise bize tahsis ettiler. Buradaki yaşantımızın bir kısmını blogumda “ANTALYA GÜNLERİ” başlığı altında anlatmıştım. Bu olayı da başka bir başlık altında anlatmayı düşünüyordum. Demek bu günlere kısmetmiş. Yazının devamı için tıklayın

DERSHANELER NEREYE….

Bir kaç gündür ülkemizin gündemini Milli Eğitim Bakanlığının özel dershanelerin kapatılması ile yaptığı hazırlık çalışmaları meşgul ediyor. Kapatılmasın cephesinin bayraktarlığını da adeta canhıraş biçimde Zaman gazetesi yapıyor. Gazetenin son birkaç günkü internet baskısına göz attığımda hemen her gün “Dershanelerin dönüştürme hikayesi”, “Kapatmanın eğitimle bir ilgisi yok”, “Cumhurbaşkanından itirazları dikkate alın çağrısı”. “Şimdi dişimizi sıkıp sabretmeliyiz”, “Mesele eğitim olsaydı”, “Dünyada dershane yasaklayan ülke yok”, “Taslak akıl almaz derece gülünç ve komik”,Dershane kapatan taslağa tepki çığ gibi”, “Dershane tartışması rant kavgası değil” şeklinde en az 8-10 ana başlıkta konu gündemde tutulmaya çalışılıyor. Bu toz duman içinde bir çok kişi de bilip bilmeden bir tarafın yanında ya da karşısında yer alıyor.

Ülkemizde sorunların ilgilileri tarafından tartışılıp karara bağlanmasına da alışık olmadığımız için bir kör dövüşüdür gidiyor yani. Yaklaşık kırk yılı eğitimin birçok kademesinde hizmetle geçirmiş biri olarak bu konuda ben ne kimsenin yanında ne de kimsenin karşısındayım. Dershaneleri Milli Eğitim Bakanlığı açmadı ki kapatabilsin. Nesiller sonrasını düşünülerek hazırlanması gerekli eğitim politikaları yerine bir seçim sonrası düşünülerek gerçekleştirilen popülist politikalar dershane olgusu ile tanıştırdı toplumu. Milli Eğitim Bakanlığı da bu kurumlara çeki düzen vermek ve kontrol altına almak zorunda kaldı. Yoksa Cumhuriyeti kuranların birçok yoksunluklarına rağmen kurdukları  ve bir çok eksiklerine ve tahribata rağmen -ki köy enstitülerinin kapatılması ilk tahribattır- gerçekleştirdikleri eğitim anlayışı desteklenerek, güçlendirilerek sürdürülse idi başta dershaneler olmak üzere yaşanan bir çok sıkıntı yaşanmamış olurdu. Yaşları itibari ile o zamanları  hatırlayanlar hangi eğitim kurumunu bitirenlerin hangi okula gidebileceği konusundaki açık kuralar olduğundan dershane olgusunun da yaşanmadığını bilirler. Daha sonrası malum..Her orta dereceli okulu bitiren üniversite sınavına girebilmesini bir hak, bir lütuf gibi sunulması,akabinde giriş sınavlarında dershane mucizelerine bel bağlanması, girmenin ayrı bir dert,çıkmanın -öncelikle işsizlik olarak-ayrı bir dert olduğu bir toplum yapısı..

Dershaneler şöyle yararlı, böyle zararlı tartışmasına hiç girmek istemem. Dershanelere gidenlerin birinci amacı iyi bir eğitim almaktan çok, girmek istedikleri okulların sınavlarında başarılı olmaktır. Dershaneler bunda ne kadar etkilidir ben pek emin değilim. Hatta “Sınavlara giren tüm öğrencilerin hiç biri dershanelere gitmese bile yüzde doksan dokuz ihtimalle aynı çocuklar aynı okulları kazanacaktır” şeklindeki  söylemim hiç kimseye şaşırtıcı gelmesin. Çünkü dershanelerin fırsat eşitliğini gidermek, en alt düzeydeki bir çocuğu zirveye taşımak gibi bir amacı ve becerisi de yoktur. Bu gerçek bilinmediği ya da bilinse de bazı “keşke”lerin yaşanmaması için bir çok öğrenci bu kurumların içini doldurmaktadır.Burada devletin yapması gereken fırsat eşitliği temelinde, kurumlarına ve çalışanlarına verdiği güvenle bilimsel eğitimin gerçekleştirilmesini sağlamaktan ibarettir. Bunun sonucunda dershaneye ihtiyaç duyulmazsa o zaten kendi kendisini kapatacaktır. Eğer ihtiyaç duyuluyorsa yasakçı bir anlayış yerine belli kurallar içinde çalışmalarını sürdüreceklerdir. Çünkü dünyada dershanelerin pek olmadığı gelişmiş ülkeler olduğu gibi dershanelerin bol olduğu -Japonya gibi- ülkelerin de var olduğu bilinmektedir.Özetle tamamen pedagojik olan konuların – 4+4+4 yasasının kabulü, andımızın kaldırılması,dershanelerin kapatılması gibi- sadece siyasi bakış açısına göre karara bağlanmasının sıkıntılarını daha sonraki yıllarda misliyle yaşayacağımız hatırdan çıkarılmaması gerekir.

Bir de kapatılan dershane öğretmenlerinin “Yok artık bu kadarı da olmaz” dedirtecek şekilde KPSS sınavına girmeden mülakatla Milli Eğitim Bakanlığı kadrolarına alınacağı şeklindeki buram buram kurnazlık kokan bir söylentiyi ise hiç ciddiye bile almak istemiyorum.