Bundan birkaç ay önce, dedemden duyduğum “İnsanların birçoğu en büyük kabahatleri ve günahları sevap işlediğini zannederek ya da sevap işlemek için yola çıkarak gerçekleştirirler” sözünden esinlenerek “SEVAP İŞLERKEN GÜNAHA GİRMEK” başlığı ile bir yazı yazmıştım. Devamında pandeminin adeta pik yaptığı günlerinde Ayasofya’nın açılmasını buna örnek göstermiştim. Toplumsal, ekonomik ve sağlıkla ilgili çok sıkıştığımız bir dönemde bunun hangi derde derman olduğu konusuna girmeyeceğim. “Karşı mısın? Din düşmanı mısın?” şeklinde fırsat kollayanların ağzına sakız olmak da istemem. Ben işin daha çok toplumsal yarar penceresinden bakmıştım. Hemen yanında Sultanahmet, Süleymaniye, Fatih Camileri gibi bu yapıyı nerede ise gölgede bırakacak şekilde gurur duyulacak eserler varken Ayasofya’nın gündeme getirilmesi hangi güvensizliğin sonucu anlamış değilim. Neyse şimdi o orada öyle kalsın. Hep dedemin söylediklerinden yola çıkacak değilim. Biraz da ben bir şeyler söyleyeyim ki zamanı gelince torunlarım rahmetli dedem şöyle demişti diye söze başlarlar. “Söylemde kendini ilerici, demokrat, aydın olarak tarif eden birçok kişi eylemde son derece yobaz ve tutucu olduğunun hiçbir zaman farkına varmaz” Neden mi? Bunun en son ve somut örneğini Fikri Sağlar verdi “Türbanlı bir hâkimin karşısına çıktığım zaman adaleti yerine getireceği konusunda kuşkum var” dedi. Anadolu’da bir söz vardır “Al sana bir kaya, nerene dayarsan daya” biçiminde. Bu hazret hem milletvekilliği hem Kültür Bakanlığı yapmıştı hatırlarsanız. Onun içinde yazımın başlığı “yazık… yazık… yazık…” oldu.
Bu ülkede sahte tanık belge üretimi ile iddianameler düzenlendi. Genelkurmay başkanı terörist olarak tutuklandı. Birçok masum yurtsever, asker, aydın, yazar cezaevinde. Bunların hepsini palabıyıklı, badem bıyıklı, kravatlı hakimlerin eseri değil mi? Yoksa onları cezalandıranlar da türbanlı idi de benim mi haberim yok.
Devamı için tıklayın “YAZIK… YAZIK… YAZIK…”