AKIŞINA BIRAKMAK (1)

Günümüzdeki ve geçmişteki yaşanmışlıklara baktığımda bazı sorular hep zihnimde asılı kalıyor. Niye insanlar hayatın doğal akışı dururken kendilerini de kendi dışındakileri de mutsuz edecek suni, zorlamalı gayretler içine giriyor? Daha adil, daha insani ve daha vicdani söylem ve eylemde bulunmak ve bunun hazzını yaşamak varken yanlışlar zincirini örerek ömür tüketiyor? Adeta çalıyı ucundan sürümek, akışına giden suyun önündeki çer çöpü temizleyerek ahenkle akmasını sağlamak varken tersine akıtmaya çalışmak nasıl açıklanabilir? Bu sadece bazı kişi ve grupların irili ufaklı çıkar hesapları ile mi ilgili acaba? Arka planında daha karmaşık ve anlaşılmaz nedenlerde mi aramalıyız bunun sebebini? Biliyorum bu satırlar çok soyut gibi gözüküyor. 72 yaşında biri olarak hafızamda 60-65 yıllık bir stok var. Bunların bir kısmını ön belleğe çıkararak sohbeti bunlar eşliğinde sürdürürken meramımı belki daha iyi anlatmış olacağımı düşünüyorum.

Hatırlar mısınız bilmem, bir zamanlar ilçeleri il yapma furyası başlamıştı. Bu yolla da 67’nin üzerine sanırım 14 civarında il eklendi. Doğrusu bunun getirisini hala anlayabilmiş değilim. Sade vatandaşın hizmet gelsin beklentisi için dillendirilmesi olarak gerekçelendirildi bu. Hizmet alım işinin il olmaksızın da gerçekleşebileceğini düşündüğümden bana ucuz ve şark kurnazlığına benzer bir yöntem gibi geldi. Seçim meydanlarından dağıtılan promosyon eşyası gibi gerçekleştirilen ve hiçbir kritere bağlı olmadan yapılan bu düzenlemeler zihnimizde yer etmediği için 67’ye kadar olan plaka numaralarının büyük bir çoğunluğu hafızamda olduğu halde ondan sonraki illere ait plaka numaralarından hiçbiri hafızamda yer etmedi. Geçtiğimiz yıllarda küçük oğlumuzun çalıştığı İsviçre’ye gittiğimizde bir dağ köyünü ziyaret etmiştik. Otomobil ile gidildiği gibi elektrikli trenle de gidilen bu köyde kütüphaneden markete ve kayak pistine her şeyin olduğunu görmüştük. Adeta kartpostal gibi diyeceğimiz bir köy yani. Altyapı, trafik, işsizlik gibi birçok problemin yaşandığı vilayette yaşamak yerine böyle bir köyde yaşamak daha keyifli olur diye aklımdan geçmişti bir an. Elbette burada yaşayanların da birçok sorunu vardır. Ama bunların çaresi olarak köylerinin ilçe, ilçelerinin il olmasını beklemek gibi bir durumları yoktur sanırım.

Devamı için tıklayın “AKIŞINA BIRAKMAK (1)”

SUSSAM GÖNÜL RAZI DEĞİL…

Fuzuli’ye ait olduğunu sandığım “Söylesem tesiri yok. Sussam gönül razı değil. Boş yere canı yanmaz insanın. Ya bir eksiklik vardır geleceğe dair, ya da bir fazlalık vardır geçmişten gelen.” şeklindeki cümleler benim gibi birçok kişinin duygu ve düşüncelerini çok güzel anlatıyor. Nasıl oldu ne zaman oldu bilmiyorum birbiri ile konuşamayan, birbirini hiç dinlemeyen insanlar haline gelmeye başladı sanki toplumumuz. Konuşanın kimliğine bakıp alkışlamaya ya da saldırmaya hazır robotlar olduk neredeyse. Hatırlarsınız Sayın Cumhurbaşkanının mitinglerinde bazen alkış gerektirmeyen cümlelerin alkışlanması karşısında kendisi yanlış yerde alkışlandığı konusunda kalabalığı uyarmak zorunda kalıyordu. Özetle eğer konuşan bizim mahalleden ise ne konuştuğuna bakılmaksızın alkışlanmalı, eğer karşı mahalleden ise “Bugün çok güzelsin” dese bile “Vay hain dün benim çirkin olduğumu söylüyorsun demek” diye karşı çıkılmalı.

Uzun zamandır zihnimi meşgul eden bir konu var. Ta pandemiden önce gittiğim bir cuma namazında hoca hutbenin nihayetinde “4-6 yaş çocukları için açtığımız kuran kursuna çocuklarınızı bekliyoruz” şeklinde bir duyuru yaptı. Biz de dini söylemler sorgulamadan ve tek yönlü ilerlediği için aklımda bir yerlerde asılı kaldı bu duyuru. Serde 40 yıllık bir eğitimcilik geçmişimiz de olduğundan durumu bir süre anlamaya çalıştım. Ama eskilerin “Doluya koyuyorum almıyor, boşa koyuyorum dolmuyor” dediği şekilde bir yere oturtamadım doğrusu.

Daha sonra geçtiğimiz günlerde CHP Grup Başkanvekili Özgür Özel’in bu konudaki konuşması ile konu yine gündeme oturdu. Tabii yine alkışlamaya ve saldırmaya hazır taburlar mevzilerinden hedefin durumuna göre kendilerinden bekleneni yaptılar ve hala da yapmaktalar. Ben insanların kim olduklarından nerede olduklarından çok, ne yaptıklarına önem veririm. Onun bu partide ne işi var, bu kanala bunu nasıl çıkarırlar gibi sabit duruşları da çok tutarlı bulmam.

Devamı için tıklayın “SUSSAM GÖNÜL RAZI DEĞİL…”

ATATÜRK, CUMHURİYET VE DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ

Cumhuriyetimizin 98. kuruluş yıldönümünü geçtiğimiz ay kutladık. İki yıl sonra da bir asırlık geçmişi olacak bu mutluluğun. Çocukluğumuzda “Cumhuriyet yönetimlerinden önce padişahlık ve krallık yönetimleri varmış. Kral ya da padişah ülkeyi keyfine göre yönetirmiş. Astığı astık kestiği kestikmiş. Ama cumhuriyet gelince insanlar kendi yöneticilerini kendileri seçmeye başlamışlar. Beğenmedikleri yöneticileri bir daha seçmeyerek iyi yöneticileri seçme hakkını elde etmişler” şeklinde basit olarak tarif edilirdi bu durum. Çocukluk düşüncesi ve masumiyeti ile inandığımız bu tarifin daha sonraki yıllarda o kadar da basit olmadığını öğrenecektik. Cumhuriyet konusu ile ilgili terminolojinin içine girdikçe de zihnimiz daha da karışacak nihayetinde yapılacak ve öğrenilecek çok daha fazla şeyin olduğunu kabullenecektik.

Benim öteden beri bu tarifler içinde en çok hoşuma gideni “Cumhuriyet kimsesizlerin kimsesidir” şeklindeki anlatımdır. Gerçekten ben ve benim gibi kuş uçmaz kervan geçmez bir köyde hayata gözlerini açan birçok çocuk parasız yatılılık ve bursluluk gibi desteklerle tarikatların ve cemaatlerin insafına terk edilmeden bir yerlere gelmesini cumhuriyete borçludur. Dahası Aziz Sancar’ın Mardin’in Savur Kasabasında başlayan ve Nobel ödülüne kadar uzayan yolculuğunun temelinde de Kasımpaşa’dan çıkan bir vatandaş olan Recep Tayyip Erdoğan’ın Cumhurbaşkanlığına giden yolunda da cumhuriyetin küçümsenmeyecek payı olduğunu düşünüyorum.

Devamı için tıklayın “ATATÜRK, CUMHURİYET VE DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ”

YAŞLANDIK MI NE?

71 yaşında birisi olarak yazımın başlığındaki soruyu kendi kendime sorduğumda “Ne yaşlanması, insan hissettiği yaştadır” klişesine bel bağlayarak bir teselli koridoruna girmek isterdim. Ama “Ne sandın ki? Her şey eskisi gibi olacak değil ya” türünden cevap herhalde daha gerçekçi olur diye düşünüyorum.

İnsanın gelişim dünyasının son evresi olarak düşünebiliriz yaşlılığı. Bundan önceki evrelerde insanlar mutluluğu bir sonraki evrede aramak gibi bir yol izleyebilir. Çocukken gençliği, gençken yetişkinliği, yetişkin olup iş hayatına atıldıktan sonra da emekliliği hayal eder durur. Emeklilik ile yaşlılık da çoğu zaman aynı anlamda kullanılır. Ama o noktaya gelindiğinde umut bağlanacak bir sonrası dönem yoktur artık. Sadece bu dönemin içinde kalarak ve bu dönemi tanıyarak kaliteli bir yaşamı sürdürmek gibi bir zaruretle karşı karşıya kalır. O zaman da bu evre ile ilgili ne kadar az şey bildiğini fark eder.

Gerek öğrencilik yıllarımızda ve gerekse mesleki yaşantımızda görevimiz gereği çocuk psikolojisi, ergen psikolojisi, yetişkin psikolojisi gibi alanlarda birçok yayın okuduk. Herhalde yaşlılık yetişkinliğin bir parçası olarak kabul edilmiş olacak ki bu konuya ilişkin literatüre fazla rastlamadım. Veya vardı da bu yaşam evresinin bizim uzağımızda olduğu düşüncesi ile okuma fırsatı bulamadık. Ama hayatın akışı içerisinde bazen etrafı gözleyerek, bazen ulaşabildiğim yayınları okuyarak, bazen de bizzat yaşayarak bu evreyi tanımaya çalışıyorum.

Devamı için tıklayın “YAŞLANDIK MI NE?”

BİRAZ DA KILIÇDAROĞLU’NA

Bizdeki siyaset anlayışı akılcı ve eleştirel olmaktan daha ziyade biat esasına dayanıyor. Bu iktidar için olduğu kadar zaman zaman muhalefet için de geçerli. Yani kendi mahallemizin lideri ne yapıyorsa ne söylüyorsa tartışmasız doğru, karşı mahallenin konuştukları ve yaptıkları ise ihanet derecesinde yanlış kabul ediliyor. Durum böyle olunca da bu yapılanmaların içinde yer alan insanlar yanlışları da sahiplenmek ve savunmak zorunda kalıyor. Ben mümkün olabildiğince kendimi bu dar koridorun dışında tutmak istiyorum. Doğru olanı kimden gelirse gelsin kabullenmek, yanlış olanı da kimden gelirse gelsin eleştirmek şeklinde somutlaşıyor bu yaklaşımım.

Yıllardır ülkenin sağlık sistemini eleştirir dururuz. Bütün bunlar bugün için de geçerli. Topluma faturası hayli kabarık olan hasta garantili şehir hastaneleri, yoğun hasta talebine cevap veremeyen sağlık kurumları, emeğinin karşılığını alamayan sağlık çalışanları şeklinde çoğaltabiliriz bu konu başlıklarını. Bütün bu olumsuz gidişat içinde benim olumlu bulduğum birkaç uygulamadan da söz etmek isterim. Yıllarca Esnaf hastanesi, Öğretmen Hastanesi, PTT Hastanesi, Devlet Hastanesi, SSK Hastanesi gibi farklı kurallara ve kurumlara bağlı sağlık kurumlarının çeşitlendirilmesine bir türlü anlam veremiyordum. İşçinin, öğretmenin, esnafın farklı bir anatomisi yok ki farklı kurumlardan hizmet alsın. Sadece insan olması en kaliteli sağlık hizmeti alması için yeterlidir zaten. Bu farklılıkların ortadan kaldırılmasını olumlu bir adım olarak gördüm. Bir de buna teknolojinin getirdiği randevu sistemi eklenince sağlık kurumları daha ulaşılır hale geldi. Bu zincirin belki en önemli halkası doktorların hastane ve muayenehane arasında seçim yapma mecburiyetinde bırakması idi. Bu uygulama yıllardır devam ettiği için birçoğumuz tarafından da kanıksanmıştı. Ben şahsen yasal da olsa etik bulmuyordum bu durumu. Yani bir öğretmenin mesaiden sonra bir ofis açıp kendi öğrencilerine ders vermesi, yargıçların savcıların, iş çıkışı açtıkları hukuk bürolarında belki davasını gördükleri kişilere hukuki hizmet vermesi, görevi sona eren emniyet mensuplarının dışarıda, alışveriş merkezlerinde güvenlik personeli olarak çalışması gibi çarpık bir durum geliyordu bana. Atılmış olan bu doğru adımlar sistemin tamamını düzeltmeye yetmedi. Bu gibi doğru adımlar iktidarın hep çıraklık devresi ve sonrasına rastlar. Daha sonraki kalfalık ve ustalık dönemlerini görünce “Keşke hep çırak kalsalardı” demeden edemiyor insan.

Devamı için tıklayın “BİRAZ DA KILIÇDAROĞLU’NA”

KÜRT SORUNU

Kendimi bildim bileli tartışılan konular arasındadır Kürt sorunu. Var diyenler de var yok diyenler de. “Meseleleri mesele etmezseniz mesele kalmaz” diyen Demirel’in penceresinden bakarsanız ne Kürt sorunu ne yurt sorunu ne işsizlik ne de pahalılık sorunu vardır. Bu soruyu ya da sorunu gerçek sahibine sormak gerekir, o var diyorsa vardır. Yok diyorsa yoktur. Gerçekten olmadığı halde var gibi algılıyorsa aslında bu da en azından psikolojik bir sorundur.

Bu ve benzeri konularda düşüncelerini yazıya döken kadim dostum Emin Toprak’tır. Bu yazı ile onun da bu konudaki yazısını okumanızı öneririm. Kendisinin bilgisini, birikimini, yazılarına aktarması son derece değerlidir. Asıl da kıymetli olan yönü eleştirilere de son derece açık olmasıdır. Bizim Whatsapp grubunda yazısının duyurusunu yaptıktan sonra hem ona katkı hem de farklı bir bakış açısı olması açısından bu satırları kaleme aldım.

Devamı için tıklayın “KÜRT SORUNU”

SİSTEM SORUNU

Uzun zamandır güncel konuların uzağında kaldım. Hep aynı kişilerden aynı şeyleri duymak insanı doğrusunu söylemek gerekirse çok bayıyor. Baktım bu tartışmalar bitecek gibi değil arada ben de bir topa gireyim dedim. Epey zamandan beri güçlendirilmiş parlamenter sistem başkanlık/cumhurbaşkanlığı sistemine karşı şeklinde oluşmuş mevziler. Her bir blok kendi sisteminin mükemmelliğini, bulunmazlığını ve diğer bloğun sistemin de bütün musibetlerin sebebi olarak tarif ediyor. Ben oldum olası sistemlere bu derece anlam yüklenmesine kuşku ile bakarım. Sistem deyince de aklıma hep -belki yıllar önce bloğumda bir yazıda da bahsettiğim- bir fıkra aklıma gelir nedense.

Soğuk savaşın son şiddet devam ettiği, iki kutuplu dünyanın birbiri ile amansız bir rekabet içinde olduğu yıllarda Amerikalı biri Sovyetler Birliği’ndeki bir arkadaşını ziyarete gider. Misafir kendisi için bir ayakkabı almak istediğini, bunun için de bir ayakkabı mağazasına gitmek istediğini söyler. Ev sahibi durumundaki arkadaşı ona “Şimdi seni Moskova’nın en büyük ayakkabı mağazasına götüreceğim. Sadece bu şehrin değil belki dünyanın en büyük mağazası” der. Gerçekten ayakkabı görselleri ile ışıl ışıl aydınlatılmış devasa bir binaya girerler. Aynı muhteşem görsellik içerde de mevcuttur. Çeşitli yönlendirme levhaları ile Erkek ayakkabıları bölümü, makosen bağcıklı ayakkabılar bölümü, kahverengi siyah ayakkabı bölümü, 41-43 numaralı ayakkabılar bölümü levhalarını okuyarak ilerlerken tam kendisine uygun ayakkabıyı bulacağını zannettikleri bölüme girecekleri anda birden kendilerini ana caddede buluverirler. Misafir şaşkın bir şekilde arkadaşına “Eee hani ayakkabılar?” der. Arkadaşı gayet sakin: “Ayakkabıyı boş ver sen, sistem nasıl ama?” diye cevap verir. O yüzden ben sistemin önemli olduğunu ama sistemin irili ufaklı birçok dişlisinin ve onları hareket ettiren iradenin de en az o kadar önemli olduğu kanaatindeyim.

Devamı için tıklayın “SİSTEM SORUNU”

HER ŞEYİN BİR ANLAMI, ANISI VE HAFIZASI VAR (5)

Eskiden çocukların şimdiki zamanlarda olduğu gibi doğduğu günden itibaren -hatta doğumdan önce bile diyebiliriz- an be an gün be gün sesli, hareketli, renkli görüntüleri kaydedilmiyordu. Hele kırsal kesimde yaşayanlar ancak bir şekilde kasabaya geldiklerinde üzerinde “… hatırası” yazan perdenin önünde bu mutluluğu yaşarsa kendilerini şanslı hissediyordu. Sünnet düğünlerinde ya da ilkokulu bitirirken diplomaya yapıştırılmak üzere bu görsele kavuşanlar çoğunluktaydı.

Benim ilk çocukluk fotoğrafım 20 aylık kadar iken dedemin kucağında Babaeski’de bir fotoğrafçıda çekilen fotoğraftır. Ondan sonraki fotoğraf için de ilkokulu bitirme yaşımı beklemem gerekecekti. O zamanlar bu işlem çok özel bir durum olduğu için resimlerin arkasına muhakkak bir tarih, bir not ya da birkaç satır yazı da yazılırdı. Hatta “Güneş ufuktan doğsun/ Her tarafı nura boğsun/ Bu cansız hayalim/ Sizlere hatıra olsun.” şeklinde şiirsel satırlar da yazılırdı. Babam ben altı aylık iken askere gitmiş. Fotoğraf da ayrılık bir yıldan fazla uzayınca baba ve çocuğun hasretini gidermek üzere çekilmiş ve babama gönderilmiş. Fotoğrafın arkasında da dedemin o zamanlar çok kullanılan kopya kalemi ile yazdığı satırlara ilaveten babamın mürekkepli kalem ile yazdığı “5.2.1952 yılı hatırası aldığım tarih 10.2.1952 yılında Limanköy kalesinde dururken aldım…” notu düşülmüş.

Devamı için tıklayın “HER ŞEYİN BİR ANLAMI, ANISI VE HAFIZASI VAR (5)”

HER ŞEYİN BİR ANLAMI, ANISI VE HAFIZASI VAR (4)

Küçük bir yerleşim yeri olan kasabamızda hafızamda yer eden üç yapı vardı. Bunlar hükümet konağı, tren istasyonu binası ve postane binası idi. İnanlı çeşmesini de bunlara ilave edebiliriz. Her biri Cumhuriyet ile yaşıt hatta ondan da eskilere dayanan geçmişe sahip bu yapıların kendine özgü mimarisi ve insanı etkileyen, büyüleyen bir yönü vardı. Tren istasyonunu farklı kılan bir durum ise Türkiye’de içinden demiryolu geçerek yerleşim yerini tam ortadan ikiye bölen üç ilçeden birinde olmasıdır. Bunlardan biri de benim İlçem Muratlı’dır. Diğer yerleşim yerlerinin de Ankara’nın Polatlı ilçesi ve Mardin’in Nusaybin İlçesi olduğu söylenir.

Fransızlar tarafından yapılan Postane binasının geçmişi de 1800lü yıllara dayanıyor. Bu yapının kendisi kadar bizlerin hayatına dokunan ve orada yaşayan herkesin “Postacı Ahmet” olarak bildiği kişi de yer etti hep zihnimizde. Kasabadaki eşraftan ve bürokratlardan daha fazla tanınırlığı vardı kendisinin. Sırtına çapraz bağlanmış deri çantası olduğu halde bisikleti ile bir yandan görevini sürdürürken diğer yandan da kasabanın tüm insanlarının dış dünya ile bağlantısını gerçekleştiriyordu. Çantasındaki postayı zihnine de yerleştiriyordu bizim postacımız. Mektup sahibine yolda rastlarsa hemen duruyor çantasından çıkardığı zarfı kendisine veriyordu. Bazen bizler “Ahmet abi bize bir şey yok mu?” diye sorduğumuzda olumsuz cevap yerine “Bugün size selam var” diye esprisini patlatıyordu.

Devamı için tıklayın “HER ŞEYİN BİR ANLAMI, ANISI VE HAFIZASI VAR (4)”

HER ŞEYİN BİR ANLAMI, ANISI VE HAFIZASI VAR (3)

Bir gün Eflatun (Fıkranın Aristo ve Sokrat versiyonlu olanlarını da duydum.) öğrencilerinden birini kumar oynarken yakalar ve şiddetle azarlar. Öğrencisi duruma açıklık getirmek ve biraz da durumu kurtarmak için çok az bir para ile oynadığını söyler. Buna karşılık Eflatun da ona “Ben seni kaybettiğin para için değil, kaybettiğin zaman için azarlıyorum” der.

Gerçekten somut olarak tanımını yapamasak da insanların tüm yaşantıları boyunca etkilendikleri bir kavramdır zaman. Bazen boşa geçtiğinden, bazen yetmediğinden yakınılır. Bazen bitmek bilmediğinden, bazen de su gibi akıp gittiğinden şikâyet edip durur insanlar. Bazen istenmedik sürprizlere gebe, bazen de her derdin ilacı olarak görülür.

Kimi zaman uyuşturduğunu, kimi zaman da unutturduğunu söyler dururuz. Sessiz testere olduğunu söyleyenler de çıkmıştır. Bazen bir canlının hayat bulmasına ya da yaşamının sona ermesine hep zaman denilen kavramın tanıklık ettiği söylenir. Velhasıl çok şey söylenmiş ve çok şeyler de söylenecektir zaman için. İşte bunlardan bazıları:

Devamı için tıklayın “HER ŞEYİN BİR ANLAMI, ANISI VE HAFIZASI VAR (3)”