VE ARTIK ÖĞRETMENİM

Takvimler 1968 yılının 29 Haziranını gösterdiğinde artık resmen öğretmendim. Ancak bizzat görev yapacağım okula ve öğrencilere kavuşmak için ise eylül  ayını beklemem gerekecekti. Kartvizit falan bastırmadım ama kendimi Tekirdağ’ın Hayrabolu İlçesinin Karabürçek köyü İlkokulu öğretmeni olarak tanıtabiliyordum artık.

görev

Köyüm Hayrabolu-Uzunköprü yolunun üzerindeydi. Hayrabolu’dan bindiğiniz minibüsle on kilometre kadar gittikten sonra köyün yol ayrımında indiğinizde köye 2 kilometre olduğunu gösteren yol levhası karşılıyordu sizi. Oradan içeriye 20-25 dakikalık bir yürüyüş yaparak ve iki yokuşu inip çıktığınızda yaklaşık 100 hanelik Karabürçek köyünün evlerini ve  beyaz badanası ile dikkat çeken İlkokulunu hemen fark ediyordunuz.

köyünresmi

İlkokulda iki öğretmen görev yapıyorduk. İkimiz de o yıl yeni gelmiştik. Aynı zamanda müdürlük görevini de yürüten Orhan Durak adlı arkadaşım öğretmen okulundan bizden iki devre önce mezun olan ağabeylerimizdendi. O Anadolu’da iki yıl çalıştıktan sonra köye gelmiş, ben ise ilk defa başlıyordum. Köy okullarımızın çoğunda birleştirilmiş sınıf eğitimi yapıldığını hemen herkes bilir. Bunun farklı sınıflardaki öğrencilerin aynı derslikte ve tek öğretmen tarafından okutulması olduğunu açıklamama gerek yok sanırım. Okulun o yıllarda yaklaşık 90 civarında öğrencisi bulunuyordu. Ben iki yıl görev yaptığım bu köyde önce 1-4-5.sınıfların, ertesi yıl da 4-5.sınıfların öğretmeni idim. Burada öğretmen olarak mesleğimin en mutlu ve keyifli günlerini yaşadığımı açıkça ve bütün samimiyetimle itiraf etmek isterim. Daha sonraki yıllarda görev yaptığım  yerlerdeki insanlara ,öğrencilere ait bir çok yaşantının hafızamdan silinmesine rağmen buradaki köylülerin, komşuların birlikte çalıştığım Orhan hocanın ve öğrencilerimin bir çoğunun isimleri ve görüntüleri belleğimde hala canlılığını korumaktadır.

köy

Öğretmenlerin görev yerlerinde ve özellikle köylerde en sık rastladıkları problemlerin başında barınma sorunu gelmektedir. Çünkü köyde herkesin evi kendine yetecek kadardır. Lojman da yoksa veya yeterli değilse  daha ilk günden sıkıntı başlamış demektir. Karabürçek köyü İlkokulunun bitişiğinde bir lojman vardı ve bu da evli ve bir çocuklu olan müdür görevli arkadaşımın doğal ve yasal hakkıydı. Benim nerede kalacağım ise meçhuldü. Bilmiyorum nasıl gelişti veya kim önerdi hatırlamıyorum köylünün köy imamının kalması için yaptığı iki  odadan ibaret toprak bir evde kalıp kalamayacağımın sorulduğunu hatırlıyorum. Çünkü köy imamı da bekar olup benim yaşlarımdaydı. Ben de bir sakıncası olmayacağını belirterek kabul ettim. Galiba başka bir seçeneğim de yoktu. Balıkesir- Gönen’li olan imamın adı İsmail Topaloğlu idi. İmam bir odada ben bir odada kalıyordum. Aynı evde yaşayan köpeğimiz (İmam onun adını Coşkun koymuştu) kedimiz, horoz ve tavuklarımız da hayatımızın bir parçası olmuştu artık. Hemen ekleyeyim aynı yapıyı paylaştığımız iki hayvan daha vardı. İmamla birlikte kaldığımız eve taş ve briketle eklenti yapılarak bir bölüm oluşturulmuş ve buraya da köyün boğaları bağlanmıştı. Biri manda diğeri sığır boğası olarak beslenen bu hayvanların niçin orada bulunduğunu bilmem açıklamama gerek var mı?

kedi

İmam ile  birlikte kaldığımız süre hiçbir problem yaşamadık. Belki aynı meslekten olsak bu kadar uyumlu ve samimi bir ortamı yaratamazdık. Neticede her ikimizin bazı rolleri ve sorumlulukları vardı herkes sınırını ve sorumluluğunu bildiği sürece hiçbir sıkıntının yaşanmaması da gayet doğaldı. Tabi bunların dışında her ikimiz de 18 yaşında birer gençtik. O yaşların ve çağların penceresinden baktığımızda aynı özlemleri duyuyor, aynı heyecanları yaşıyorduk. Aynı şarkıları bize keyif veriyor, aynı fıkralarla neşeleniyorduk. Bu noktadan bakınca arkadaştan da öte adeta sırdaş olmuştuk. Ben kendimi hep inançlı birisi olarak görmüşümdür. Tabi bunun gereklerini tam olarak yerine getirebiliyor muyum bunun için bir şey diyemem. Köyde görev yaptığım süre içinde fırsat bulduğumda Cuma ve teravih namazlarına gitmişliğim de olmuştur. Bu namazların bazılarında bir bağışlama duası yapılır. Yani okunan veya bitirilmiş bir hatim bağışlanması duası veya ritüeli gibi bir şey. Burada imam “Okunan hatmi şerifin sevabını………” şeklinde giriş yapıp Hazreti Adem’den başlayarak birçok peygamberi saydıktan sonra sıra diğer önemli bildik veya bilmedik kişilere gelir en sonda da “Bu hatmi şerifi okutan….nın da yakınlarına bağışladık sen bunun sevabından onları da haberdar et” diyerek bağışlama duası sona ererdi.Ben bir gün imam arkadaşıma “Adaş yahu senin cumadaki hutbelerini dinliyorum.Hatim bağışlarında çok hoş ama birçok kişiyi sayarken bak bu cumhuriyetin kurucusu Atatürk’ün de bu dualarından hissesi yok mu ? Onu da dahil etsen ne sakıncası olur” gibisinden bir öneride bulundum. O da bunca zamandır samimiyetimize de dayanarak “Olur adaş yahu niye olmasın” dedi. Tabi ben bunu unutmuştum. Bir gün cumaya gittiğimde yine bir hatim bağışlaması başlayınca imamla göz göze geldik o da belki o zaman hatırladı. Duanın uygun bir yerinde “Ülkemizin kurtarıcısı, cumhuriyetimizin kurucusu Hazreti Atatürk’ün ruhunu da sevabından haberdar eyle” deyince pek renk vermedi ama hazreti kısmının biraz spontane olarak fazladan kaçtığını da fark etti.Daha sonra eve gelince “Ya adaş ben yüce Atatürk falan diyecektim Hazreti Atatürk dedim acaba kötü mü oldu diye endişesini bana iletti.”Yok dert etme zaten ona çoğu kez   Gazi hazretleri diye de hitap ederlerdi “dedim bende.

İmamla birlikte kalmamızın aslında daha farklı avantajlarını  da yaşadığımı belirtmek durumundayım. O zaman İmam henüz kadrolu değildi.(Sanıyorum daha sonra kadrolu yani maaşlı oldu.) Köylü hane başı her yıl imama hak olarak üç teneke buğday verirdi. Bu onun yıllık ücretiydi. Bunun dışında  sırası ile her evden köy kahyasının getirdiği nöbet denen akşam yemeği de imama verilen bir diğer destekti. Çoğu zaman o yemeği ortak yiyorduk. Zaten gelen yemek en az 5 kişiyi doyuracak miktarda idi. Bunun karşılığında ben de imamı sabah kahvaltılarına davet ediyordum. Öğle yemeklerini de çoğunlukla okulda Orhan hocanın eşi Nuran ablanın güzel yemekleri ile geçiştiriyordum. Yani iki yıl boyunca sabah kahvaltısı dışında evde yemek yapmadım desem yeridir.

cami

Eczanede çalışırken öğrenmiş olduğum iğne yapma becerim ilişkilerimin gelişmesine çok katkısı oldu. 3-5 aylık bebeklerden başlayıp 70-80 yaşındaki dedelere kadar yüzlerce enjeksiyon yaptım. Bunun için bir ücret aldığımı hatırlamıyorum. Fakat her gittiğim yerde bu vesile ile çorbalarına, lokmalarına ortak oluyordum. Böylesi benimde onların da işine geliyordu belki. Ama bu konuda özel bir yeri olan Koca Ali’den muhakkak söz etmem gerekir. Koca Ali aslında uzaktan da biraz akrabamız olurmuş. Dedemlerden birkaç kez de selam getirip götürmüşlüğüm olmuştur kendisine. Kendisine iki sene içinde 100 kadar  enjeksiyon yapmışımdır herhalde. Çoğu vitamin veya kan iğnesi denen ilaçlardan. Onlara psikolojik olarak güvenmiş ve inanmış bir kere. Aslında bakarsanız evinde yediğimiz yemeklerle, koyunlarından sağdığı süt veya peynirlerle bunu fazla fazla ödemişti Koca Ali. Ama O hep kendini borçlu hissediyor ve bana: “Hoca bak bir kuzun var bende ona göre” diyordu her seferinde. Bende: “Canın sağ olsun büyüsün, koyun olsun, sürü olsun” gibisinden işi şakaya vuruyordum. Fakat ikinci yıl sonunda köyden ayrılırken biraz da dede dostu olmanın verdiği yakınlıkla Allaha ısmarladık demek için gittiğimde  kuzunun hazır olduğunu nereye bırakması gerektiğini sordu. Ben her ne kadar gerek yok falan dediysem de ikna edemedim. Baktım olmuyor ”ben yarın askere gidiyorum 3-4 ay eğitimden sonra gelip seni ziyaret ettiğimde alırım” diye bir çıkış yolu denedim. O da inanmış göründü. Ertesi gün sanıyorum salı idi.  Salı günleri de Hayrabolu’nun pazarı oluyordu Köye sadece Salı günü köylüleri pazara götüren bir otobüs geliyordu. Ben otobüsle değil biraz daha geç giden ve köyün tek taksisi olan Rasim Çayır’ın taksisi ile ilçeye gittim. Besimin kahvesi denen yer herkesin buluşma ve birleşme yeridir bizim köylüler için. Bende oraya gittiğimde baktım ki Koca Ali kahvenin önündeki küçük bahçemsi yerde sandalyede oturuyor. Yanında da bana vermeyi kafasına koyduğu kuzu iple bağlanmış olarak beklemekte. Tekrar selamlaştık artık kurtuluş yoktu çaresiz aldım kuzuyu. Bir başka yerde tanıdık bir gölgeye bağladım. İlköğretim Müdürlüğüne bazı askerlikle ilgili işleri halletmek üzere giderken kafamda da ben bu kuzuyu ne yapacağım şimdi diye düşünüyordum. Hayrabolu’dan Tekirdağ’a otobüs, Tekirdağ’dan Muratlıya minibüs mümkün değil olmazdı. İlköğretim Müdürlüğünde Muratlıdan tanıdığım İbrahim Akoba adında bir öğretmen arkadaşa rastladım. O da Buzağıcı köyünde öğretmendi. Hoşbeşten sonra kuzu işini anlattım. Otobüsle gitmeyeceğini o da söyledi. “Ama ben 10-15 kuzu aldım bu yaz besleyeceğim istersen bana ver, ancak parasını ay başında verebilirim dedi. Ben de nasılsa aynı kasabanın çocuklarıyız, asker dönüşü bir ara alırım diye düşünerek kendisine Koca Ali’nin bana verdiği kuzuyu verdim. Kuzunun parasını bu yazıyı yazdığım gün itibariyle yani kırk yıl geçmesine rağmen henüz almış değilim. Daha sonra İbrahim Akoba istifa edip Almanya’ya falan gitti. Bir keresinde Muratlıya öğretmenler derneğine geldi alman mersedesi ile ama ne onun aklına geldi ne de ben hatırlatma gereği duydum kuzu parasını.

ELİNDE, HERŞEY ELİNDE

Şu iki husus hep tartışıla gelmiştir. Birinci görüşe göre bireyin elinden hiçbir şey gelmez. Her şey onun dışında şekillenmektedir. İşe giremedi ise torpili yoktur. Zayıf not aldıysa öğretmen çalışmadığı yerden sormuştur. Tuttuğu takım yenildi ise hakem kabahatlidir Zengin olamadı ise piyangodan para çıkmamış veya yüklü bir mirasa konamamıştır. Başkaları mutluysa birçok şeye sahip olduğu içindir. Kendi mutsuz ise hiçbir şeye sahip olamadığı içindir. Çevre her geçen gün yaşanmaz hale geliyorsa belediyeler, hükümet veya birileri görevini yeterince yapmıyordur.

Bir diğer görüş ise her türlü sonuç bireyin seçiminin ürünüdür. Başarılı olmak, mutlu olmak, sağlıklı olmak ve hatta zengin olmak insanın tercihleri ile gerçekleşir. İnternette ve diğer yayın organlarında bu unsurların birini öne çıkaran örneklerle doludur. Galiba en doğrusu –ki benim de görüşüm o doğrultudadır- yerine göre ve belli oranlarda her iki durumunda payları inkar edilemez.İnternet üzerinden gönderilen  çeşitli konulara ilişkin güzel yazı ve görüntüleri eğer sonunda ”Bunu şu kadar gün içinde şu kadar kişiye ulaştırırsanız….” gibi buyruk kokan cümleler yoksa zevkle takip ediyorum.

Bunlardan birini de sizinle paylaşmak isterim. Büyük ustalarından bilgelik dersi alan bir öğrenci aklınca hocasına bir soru soracak ve onun da yanıldığını kendisine kanıtlayacaktır. Çiçeklerin üzerine konmuş bir kelebeği adeta avucuna hapseden öğrenci ellerini arkasına götürüp hocasına; “Bilin bakalım hocam avucumun içinde sakladığım kelebek ölümüdür sağ mıdır?” der. Aklınca hocası ölü dese avucunu açıp sağ olduğunu gösterecek, sağ dese hemen oracıkta sıkıp ölü halini gösterecek ve her halükarda hocası yanılmış olacak. Tabi hoca tam bir bilgedir cevabı da yine bilgece olur “Her şey senin elinde yavrum yaşaması da ölmesi de senin elinde.”

Gerçekten her şey bireyin elinde mi? Veya bireyin elinden gelen hiçbir şey olamaz mı?

Ben özellikle son yıllarda adeta çılgınlık haline gelmiş bu pet ve poşet kirliliğine fena takmış durumdayım. Pazara artık hiç kimse çanta ile gitmiyor. Yarım kilo ıspanak için,üç tane limon için,bir demet maydanoz için her birine birer poşet veriliyor.Markette birçok müşteri alışverişten sonra bir ekstra poşet koyuyor aldıklarının içine evde de lazım olur diye.

Bundan böyle yazlıkta eşimle birlikte sahilde sabahları pet şişe toplama etkinliğinin yanında daha az poşet tüketme kampanyasını da başlatabiliriz. Fileyi  bulamayız belki ama pazar  çantasını ve dedemin bakkal dükkanına yaptığımız gibi kese kağıdı yapıp  kullanarak evimize daha az naylon poşet girmesini sağlayabiliriz.

Bütün bunları dinlerken veya okurken bir çok kişinin gülümseyen ve küçümseyen alaylı bakışlarla: “Aman sen de söylediğin şeye bak senin 3-5 pet şişe toplamanla veya pazardan,markette poşet kullanmamanla vatan mı kurtulacak” dediklerini duyar gibi oluyorum.Ben de onlara ve herkese şu kıssa ile cevap vermek isterim.

Bir gün bir güvercin gagasına aldığı bir damlacık su parçası ile telaşlı bir biçimde uçuyormuş.Arkadaşları “Hayrola nereye gidiyorsun böyle acele ile” diye sormuşlar. O da :” “Duydum ki Hazreti İbrahim odunların üzerinde yakılıyormuş. Ben de o ateşi söndürmeye gidiyorum” demiş. Arkadaşları ona: “Senin bu uçuşla oralara ulaşamazsın, ulaşsan bile bir damlacık su ile o büyük ateşi söndüremezsin” demiş. Bunun üzerine o güvercin de: “Olsun niyetimin ne olduğu ve kimin yanında olduğum anlaşılır. Bu da bana yeter” demiş.

Gerçekten bir  çoğumuzun bireysel gayretleri belki okyanusta bir damla gibi görünse de bu damlacıkların giderek büyüyeceğini dikkate alırsak bazı şeylerin de bizim elimizde olduğunu fark edebiliriz.

OLSUN BİZDE DE ÇEVRE BAKANLIĞI VAR

Soğuk savaşın bütün gücü ile devam ettiği dönemlerde bazen bu son derece ilkel,vahşi ve acımasız yöntemlerle sürdürülür,bazen de mizahın o ince ve zarif nükte anlatışları içersinde ifade edilirdi. O günlerde bunlarla ilgili olarak günün birinde veya bir gün…..….diye başlayan  fıkralar, nükteler hep kulaktan kulağa ulaşırdı.Bu fıkralarda genel anlayış taraf ülkelerin kendini bir yandan kendini yüceltme gayreti ile birlikte diğer yandan da   karşıtlarını da önemsizleştirmesi şeklinde somutlaşıyordu.

Evet bir gün içlerinde Sovyetler Birliği yüksek görevlisinin de bulunduğu dünya ülke liderlerinin yapmakta olduğu bir toplantıda Sovyet lideri İsviçre  -veya Avusturya- Liderine dönerek ve müstehzi biçimde:”Siz batılılara ne kadar tuhafsınız. Saçmalıklarınıza adeta şaşırıyorum.Düşünsenize ülkenizin hiçbir yanında deniziniz yok ama denizcilik bakanlığınız var” der.Tabi muhatapları da hazır cevaplıkta ondan aşağı kalmayacaktır. Onlar da ”Olsun sizinde adalet bakanlığınız var” diyerek latife gerçekten latif olmalıdır inceliğine uygun yanıt verirler.

O muhayyel toplantıda bizim ülkemizin yüksek görevlileri var mıydı bilmiyorum ama şayet olsaydı ve konusu da gündeme gelseydi bizim yetkililerimize de: “Olsun sizde de çevre bakanlığı var” cümlesi ile en zarif eleştiriyi yapmış olurlardı sanırım.

Evet bizde de orman bakanlığına yapıştırılmış da olsa çevre bakanlığı vardı. Makam koltukları makam arabaları, lojmanları, hizmet binaları, genel müdürlükleri, daire başkanlıkları, kurulları, komisyonları, bütçeleri, ödenekleri ,merkez teşkilatları,taşra teşkilatları, uzmanları danışmanları, seminerleri toplantıları,raporları tutanakları,web siteleri hep var.Bütün bunlara karşın ise var olamayan tek şey yaşanabilir bir çevre.

Ancak haksızlık da etmek istemem. Dumansız alan yaratma konusunda sigara yasağının konması ve yaygınlaşması uygulamalarında şayet emekleri geçti ise bunu da teslim etmeliyiz. Belki bir çoğu hatırlamaz. Şehirlerarası yolcu otobüslerindeki yolcu koltuklarının hemen arkasında birer sigara/kül kutusu vardı. Yolculuk süresince göz gözü görmezken bile tekrar bir sigara yakılır bir de yandakine ikram edilerek dostluk geliştirici işlevinden yararlanılırdı. Yolcular arasında kundakta bebeler varmış kimin umurundaydı.Şimdi baktığımızda bize ne kadar yanlış ve yabancı geliyor değil mi?

kirlidere

Benim çocukluğum dere kenarında bostan bekleyerek geçti. Her sabah erkenden ilk yaptığım iş benim bütün gün su ihtiyacımı karşılayacak  su testisini derenin hemen yanındaki kaynaktan doldurmaktı. Biraz sonra da bahçıvanın su motoru bahçesini sulamak için çalışmaya başlayacaktı. Şimdi ne o kaynak kaldı nede o dere. Yanlış anlamayın dere yine yerinde duruyor. Ama rengiyle,kokusuyla,yoğunluğu ile akmayan akamayan bir dere. Herkes dünyasına kendi penceresinden bakar ve dünyayı da o şekilde değerlendirir.Benim dünyam da dereler,derelerimdi.Ben derelerimi istiyorum. Bunu bu hale getirenlerin,getirmekte olanların kimler olduğu gün gibi aşikar.Bunu çıplak gözle bile anlayabilirsiniz.Benim gözümde çevre bakanlığının varlığı derelerimi –hadi denizleri de katayım- ne kadar geriye getireceği ile eşdeğer bir durum.Yoksa boğazdaki gazinoların seslerinin az veya çok olması beni pek de ilgilendirmiyor.

çöplük

Sakın kimse bana kalkınmanın, sanayileşmenin, zenginleşmenin, artan nüfusun bedeli gibi sebeplerle bunu açıklamaya da kalkmasın. Şayet öyle olsaydı Türkiye’nin onda biri kadar nüfusu olup Türkiye’den beş kat fazla üreten ülkelerin pislik içinde olması gerekirdi.Önemli olan bu konuda gösterilecek olan iradedir.Bu iradeyi beklemek ve gerçekleşmediğinde de sorgulamak hakkımızdır.

İnsan olarak olayları veya problemleri tahlil ederken her şeyi dış kontrollü olarak açıklamak yanlış değilse bile en azından eksik olur kanısındayım. Birey olarak bizim hiç mi sorumluluğumuz yok? Elimizden hiçbir şey gelmez mi? Madalyonun öteki yüzünü de ayrı bir yazıda  ele alacağım.

NE SİSTEM AMA

Bilmiyorum kaç yıl öncesidir ama soğuk savaş yılların tüm bilgi kirliliğinin, abartmaların, adeta beyin yıkayıcı propagandaların bütün hızı ile devam ettiği yıllarda mizahın da bu anlayışa göre şekillendiğini görmek şaşırtıcı gelmiyordu hiç kimseye. İşte bu dönemde bir Amerikalı Moskova’ya Rusya’daki bir arkadaşını ziyarete gider. Orada bir çift ayakkabı alma ihtiyacı duyar. Ve arkadaşından bu konuda yardım ister. Arkadaşı da ona “Dünyanın en muhteşem ayakkabı mağazasına götüreceğim seni, hiç merak etme” der. Sonra mağazanın bulunduğu yere gelirler.Gerçekten devasa bir ayakkabı mağazasıdır gördükleri.Ev sahibi biraz onurlanarak, biraz da gururlanarak misafirini alış-veriş merkezinden içeri sokar. Karşılarına çıkan” Bay ayakkabıları-bayan ayakkabıları” levhalarından uygun olanına yönelirler.Daha sonra renk bölümlerinden tercihlerini yaparlar, Biraz daha ilerleyerek ayakkabı türlerinin yönlendirildiği istikamette de seçimlerini yaparak numaraların bulunduğu bölmeye gelirler.Misafirimiz 42 numara ayakkabı giydiği için üzerinde o numaranın bulunduğu kapıdan içeriye girerler. Ancak kendilerini birden ana cadde de buluverirler. Misafir biraz hayret birazda şaşkınlıkla:”Hani ayakkabılar nerede?” diye sorar.Ev sahibi de gayet mutlu ve kendinden emin biçimde:”Sen ayakkabıyı bırak ta sisteme bak sisteme” der.

Bu nereden aklıma geldi derseniz önceki akşam internetten hastane randevusu alırken birden çağrışım yaptı. Gerçekten müthiş bir sistem. T.C kimlik numaranızı, doğum tarihini giriyorsunuz, tıklayınca hangi hastaneyi,hangi bölümü,hangi doktoru isterseniz ona götürüyor sistem sizi. Doktoru da seçince doktorun boş ve dolu saatleri çıkıyor. Yeşil ile gösterilen boş saatlerden için sizin uygun olanı tıklıyorsunuz onay sonucu da randevu gerçekleşmiş oluyor.Zaman dilimlerinin 5-6 dakika olması biraz keyfinizi kaçırıyor ama olsun.Bu kadar kusur kadı kızında da olur diyorsunuz.Şimdi yapılacak şey belirtilen zamanda adı geçen doktorun kapısında olmaktan ibaret diye düşünüyorsunuz.Sizi bu bilgiyi ulaştıran sistem bu bilgiyi de doktora ulaştırmamış olamaz herhalde. İşimi şansa bırakmamak adına 9.45 olan randevuma yetişmek için saat 9.00 da ilgili sağlık kuruluşuna gittim.

Poliklinik Kapısı

Tabi pat diye giremiyorsunuz.Önce randevulu da olsanız müracaata giderek barkotunuzu almanız gerekiyor. Barkotta da sıra numaranızın 43 olduğunuzu görünce saat ayarlı sistem ile sıra ayarlı bir sistem arasında kaldığımı hissediyorum. Poliklinik kapısına yönelince içlerinde benim randevu aldığım doktor Engin Acıoğlu’nun da  bulunduğu dört uzman doktorun isimlerinin üzerlerine orada olmadığı anlamına gelen kırmızı çarpı işareti konduğunu gördüğümde .İçimden “ dakika bir,gol bir” dedim.Doktor seçme şansı veya hakkı bir anda dip yaptı.Hoş ben de zaten seçimimi bilerek yapmamıştım.Yani öylesine bir işaretleme idi .Fark etmez sarhoş etsin de rakı da bir,şarap da bir misali muayene etsin de kim ederse etsin diye düşündüm.Kapıdaki monitörün ekranında 43 numara ile adım yer aldı. Ekranda herkes kendini ve sırasını görüyordu ama aynı zamanda Ecevit mavisi giysisi ile bir de görevli vardı.Duruma göre:”Dur, bekle,girme,içerde hasta var” talimatları ile oradaki mevcudiyetine bir anlam yüklüyordu.

Bu durum bana Çin’de karşılaştığımız bir tabloyu hatırlattı.Geçtiğimiz yıl oğlumu ziyaret için Şanghay’a gittiğimde trafik ışıklarının her birinin hemen yanında kollarında kırmızı görevli işareti ve ellerinde de kırmızı ve yeşil bayrakları olan kişiler trafik ışıklarının anlamlarına göre kişileri yönlendiriyordu.Benim mavi üniformalı görevlimin de işlevi biraz onlara benziyordu.

Şanghay Trafikçisi

Neyse uzatmayalım Saat 9.00 da 9.45 ranevusu için geldiğim kurumda her şeye rağmen kendimi 10.30 da doktorun karşısında buldum.İşimde 2-3 dakika falan sürdü zaten.Yani total olarak bir buçuk saatlik bir zaman diliminde amacıma ulaşmış oldum. Ben emekli olduğum için zamanla ilgilide en azından o gün için bir problemim olmadığı için,ayrıca da geçmiş yıllarda sabah altılarda numara almak gibi, türlü numaralarla yaşamaya alışık olduğumu da düşünerek biraz olayı olumlu yönleri ile değerlendirmeye çalıştım.Madalyonun öteki yüzünü de bilmediğimiz içim bizim içim problem görülen yanlarında belli bir açıklaması olmalı diye düşünüyorum.

Ama şurası da bir gerçek ki herhalde sistem sadece kendi başına her şey olmuyor.Sistemin içinde ona yön veren,ona emek veren insanların niyetleri. hedefleri. anlayışları.becerileri sistemle bütünleşirse gerçek bir sistemden söz edilebilir.Bu gerçekleşmediği takdirde sitemle uygulama arasındaki makas her geçen gün daha da fazla açılarak kurmak istediğiniz en ideal sistem bile tanınmaz hale gelebilir. Sonuç olarak iş sadece sistemde bitseydi 4-2-4 taktiğini uygulayan butün takımların şampiyon olması gerekirdi.

VE AKDENİZİ GÖRDÜM/ANTALYA

Alanya’da altı gece konakladıktan sonra Antalya’ya yola çıktık. Alanya-Antalya arası 130 km olup yaklaşık 2 saatlik bir otobüs yolculuğu ile ulaşım gerçekleşiyor.Antalya öğretmenevinde iki gece konakladık.Buradaki hizmet ve yaklaşım da hoşumuza gitti.Ancak coğrafyanın kendisine sağladığı avantajı da eklersek Alanya öğretmenevinin birkaç adım daha ileride olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.Antalya’da kaldığımız sınırlı süre içinde  görülmesi gereken yerleri yine meslek ve okul arkadaşlarımız Mustafa Günaslan ve Fatma Yazgan’ın yardımı ile gezdik.

Özellikle döneceğimiz gün gezdiğimiz Düden şelalesinin çok özel bir yeri olduğunu söyleyebilirim Şelalenin çeşitli bölümlerini gezdiğinizde farklı bir duygunun ve iklimin bütün benliğinizi kapladığını hissediyorsunuz.

Antalya müzesine gitmemiz yeri bize çok iyi tarif edildiği için çok zor olmadı. Kuruluşu 1922 yıllarına kadar dayanan müzenin ziyaret ettiğimiz binada 1972 yılından beri hizmet verdiğini öğrendik. Müze içinde 14 salonda ve geniş bahçesinde sergilenen eserleri hayranlık ve beğeni ile izledik.Müze ihtiva ettiği eserler ve kurtarma kazılarındaki buluntuları ile dünyanın önemli müzeleri arasında yer aldığı bilinmektedir. 1988 yılında “Avrupa Konseyi Yılın Müzesi” ödülüne layık görülmesi de rastlantı olmasa gerek.

8-10 günlük Alanya/Antalya seyahatinin finalinin muhteşem olduğunu söyleyebilirim. Belki önceden planlamaya çalışsak böyle keyif ve mutluluk verici olmazdı. Bazen olayları kendi akışına bırakmak da galiba en iyisi diyor insan. Alanya öğretmenevinde tesadüfen rastlaştığımız meslektaşımız ve okul arkadaşımız Feridun Yazgan bize muhteşem yakınlık gösterdi. Daha sonra Antalya’ya geldiğimizde yine onun örgütlemesi ile orada görev yapmakta olan diğer okul arkadaşlarımız ve eşleri ile birlikte bize Antalya Öğretmenevinde bir akşam yemeği verdiler. Ertesi akşam da sınıf arkadaşımız -ayrıca Nuray’ın ev arkadaşı- Ayşe Sözeri  ve eşi bizi misafir etti. Dostluk,vefa,özlem,kadirşinaslık, paylaşma,dayanışma gibi  çoğunu sıralayamadığım ama insanın içini ısıtan sözcüklerle ifade edilen duyguları ve mutlu zaman dilimlerini bize yaşattılar.Hepsine gönül dolusu teşekkürler. Sağ olsunlar var olsunlar.

“Akdeniz turumuzla ilgili yazılarımıza burada son veriyorum.” demeye hiç dilim varmıyor. Tanıdıkça ve gördükçe gezilmesi gerekli daha fazla yerlerin olduğunu fark ederek bundan sonraki gezilerin gündeminde buluşmak dileğiyle…

VE AKDENİZİ GÖRDÜM/ALANYA

Yaklaşık 14 saatlik bir otobüs yolculuğundan sonra Alanya’ya ulaştık. Ben de eşim Nuray da buraya ilk kez geliyorduk. Sadece buraya değil Ak denizi de il görüşümüz olacaktı. Akdeniz ile ilgili bilgilerimiz coğrafya kitaplarından kalan “Yazlar kurak ve sıcak kışlar ılık ve yağışlı….dağlar denize paralel olduğu için kıyıları ege gibi girintili çıkıntılı değildir…” şeklinde birkaç cümleden ibaretti. İlk defa bu bölgeyi bizzat görecek, tanıyacak ve yaşayacaktık.

Otogardan daha önce yer ayırttığımız öğretmenevine ulaşmamız çok kolay oldu. Çünkü öğretmenevi ve otogar arasında sadece bir cadde vardı.Öğretmenevinde önce 3 gecelik yer ayırtmıştık.Daha sonra bunu görülen lüzum üzerine kademeli olarak 6 geceye çıkardık. Aslında kendi kurumlarımız olmasına rağmen öğretmenevleri hakkında çok olumlu duygulara sahip değildim. Birçoğunun gerek hizmet ve gerekse işletmecilik anlayışı bakımından tatminkar olmadığını dostlarımızdan da duyuyorduk. Ancak Alanya öğretmenevinde konakladığımız günler boyunca yaşadıklarımız bu izlenimleri silmeye yetti. Öğretmenevi Alanya sahilinin Kleopatra plajı olarak isimlendirilen birkaç kilometrelik kumsalın tam karşısında adeta bu kumsalı kucaklayan bir tesis görünümünde. Hizmet ve işletme anlayışı da  bu görkem ve güzellikle paralellik gösteriyor. Yani daha önce yerleşmiş olan öğretmenevi imajından farklı bir fotoğrafı yakaladık burada

Birçok otel ve konaklama yerinin bulunduğu ve öğretmenevinin de önünden geçen cadde boyunca yürürken bir otelin önünde rastladığımız çok farklı bir bitkiden bahsetmeden geçemeyeceğim. Daha doğrusu ağaç diyebileceğimiz bu bitkinin gövdesinde salyangoz büyüklüğünde ve uçları iyice sivriltilmiş taşların olduğunu görünce bir an bunların sonradan yapıştırılmış olduğunu zannediyorsunuz. Ancak iyice yaklaşıp baktığınızda bu sivriliklerin ağacın doğal yapısının bir parçası olduğunu fark edebiliyorsunuz. Afrika’dan getirildiği söylenen ve son derece güzel çiçekleri olan bu ağaca”Maymun çıkmaz” veya “Maymun tırmanmaz” adının  verildiğini öğrendik. Gerçekten de bu gövde yapısı ile maymun veya benzeri hiçbir canlının tırmanamayacağı  bir koruma kalkanını doğa ona armağan etmiş.

Alanya gerçekten görülmeye değer güzellikteki bir coğrafya parçası. Yerleşik nüfusunun 95 bin olduğu şehrin giriş levhasında belirtiliyor. Bu sayı içinde çoğunluğunu Almanların oluşturduğu 10-15 bin yabancı da var. Yabancıları sabahın erken saatlerinde denize girmelerinden, sistemli yürüyüş ve spor yapmalarından fark edebiliyorsunuz.

Alanya’nın yerleşimi somut bir biçimde şöyle tarif edilebilir. Kanatlarını iyice açarak yönünü güneye yani Akdeniz’e çevirmiş bir kartalı hayal edin. Kartalın başını ileriye doğru uzanmış 200-250 metre yükseklikte  bir burun üzerinde Alanya’nın simgesi olan kalenin bulunduğu bölüm olarak düşünün. Kartalın geniş kanatları sağ yani batı tarafındaki kısım Kleopatra plajını, diğer  tarafın da  Alaeddin Keykubat plajının oluşturduğu kilometrelerce uzanan kumsalı canlandırıyor. Kalenin doğu kısmı iskele ve diğer alışveriş merkezlerinin bulunduğu daha eski bir yerleşim özelliği taşıyor.Daha sonradan gelişen batı bölümü de şehrin bütünlüğüne uygun güzellikte yapıları ile ayrı bir güzellik katmış kente.

Alanya’da bulunduğumuz süre içinde görülmesi gereken yerler olarak bize üç yer önerildi. Bunlar Alanya’yı simgeleyen kalesi, Damlataş mağarası ve Dim çayı diye tarif ettikleri yerler idi. Biz de bunlara bir de Alanya müzesini ekledik ve böylelikle denize girme dışında gündemimiz şekillenmiş oldu.

Alanya kalesi daha önce de belirtmeye çalıştığımız gibi denize adeta bir kartal başı gibi uzanan bir burunu andırmaktadır. Karşıdan çok küçük gibi görünen yapıyı yakından incelediğinizde geniş bir arazi üzerine konuşlandığını fark ediyorsunuz. Şehrin her iki yanından kalenin,kaleden şehrin her iki yanının gece ve gündüz çok muhteşem olduğunu hemen belirtmeliyim. Kalenin tarihsel geçmişi Helenistik döneme dayanmakta ise de bu günkü tarihi dokusu ağırlıklı olarak 13.yüzyıl Selçuklular zamanının izlerini taşımaktadır. 1221 yılında kenti alan Selçuklu sultanı Alaeddin Keykubat tarafından yaptırıldığı belirtilen kale bütünlüğü içinde 80 kadar kule,140 burç,400 e yakın sarnıcın bulunduğu ve halen de  Hisariçi ve Tophane mahallesi gibi iki yerleşimin varlığı dikkate alındığında kalenin büyüklüğü hakkında bir kanaate varmak zor olmasa gerek…

Damlataş Mağarası da hemen Alanya kalesinin dibinde Cleopatra plajının bitim noktasında bulunmaktadır. 1948 yılında liman inşaatı sırasında dinamitleme çalışmaları yapılırken bulunduğu söylenmektedir. Mağaranın bütünlüğü içinde binlerce sarkıt ve dikit çok ilginç görüntüler oluşturmaktadır.Mağara boşluğunun 200-250 metrekare büyüklüğünde  olduğu tahmin edilmektedir. Senenin 5-6 ayında damlamalar olduğu için sanıyorum mağara damlataş adını almış.Ayrıca mağaranın ihtiva ettiği atmosferin kimyasal bileşimi astım hastalarına şifa verdiği de söylenenler arasında.

Dim çayı da Alanya’nın 10-15 km. uzaklıkta Dim çayının denize döküldüğü yerden başlayıp gerilere doğru yani çayın doğduğu istikamete doğru çayın etrafını kapsayan güzelliklerden oluşuyor. Ayrıca  Dim mağaralarını da burada görülmeye değer güzellikler arasında sayabilirsiniz. Dim çayı boyunca ilerlediğinizde çay üzerine yapılmış ve çayın suyunun tutulduğu baraj gölüne ulaşıyorsunuz. Barajın hemen altından başlayarak çayın denize döküldüğü istikamete doğru gittiğinizde hem eşsiz doğa güzelliklerinin farkına varıyorsunuz hem de çeşitli piknik ve eğlence tesislerinde nostaljik dakikalar geçirebiliyorsunuz. Ayrıca bu tesislerin birinde yediğimiz taze alabalık lezzeti  hala damağımızda tazeliğini koruyor.

Müze olarak Alanya’da Atatürk müzesi ile Alanya Müzesi olduğunu öğrenince önce Atatürk evi müzesine gitmenin doğru olacağına karar verdik. Fakat oraya vardığımızda müzenin tadilat nedeni ile kapalı olduğunu öğrenince binayı sadece dışarıdan görmekle yetinmek zorunda kaldık. Bunun üzerine oraya çok yakın olan Alanya müzesine yöneldik. Buradaki ziyaretimiz yaklaşık 1-2 saat kadar sürdü. 1967 yılında ziyarete açılan müzede arkeolojik ve etnografik eserlerin sergilendiğini gözlemledik. Müze binasının içinde ve bahçesinde Helenistik,Roma ve Bizans dönemine ait buluntular ile Selçuklu,Osmanlı ve Cumhuriyetin ilk yıllarına ait eserlerin mevcut olduğunu öğrendik.Teknik ayrıntılarla bu bölümü uzatmak yerine Alanya’ya gidenlerin burasını da programlarına dahil etmelerinin uygun olacağını söylemekle yetineceğim.

Ege ve körfez için zeytin ne ifade ediyorsa Alanya için de narenciye ve özellikle muz onu ifade ediyor. Fakat ne yazık ki bu güzelim bitkilerin geçmişleri de kaderleri de aynı hazin senaryoyu paylaşıyor dersek ne demek istediğimin anlaşılmış olacağını düşünüyorum.

GÖRÜLEN LÜZUM ÜZERİNE

Alanya seyahatimizle ilgili izlenimlerimi yazarken üç günlük olarak rezerve ettiğimiz öğretmenevindeki konaklama süresini görülen lüzum üzerine altı güne çıkardığımı belirtmiştim. “Görülen lüzum üzerine” ifadesi bizden önce  ve bizim kuşak için  çok tanıdık bir ifadedir. Alınan bir kararın veya gerçekleştirilen herhangi bir tasarrufun herkesçe çok bilinen ancak açık olarak anlatılamayan formel veya enformel gerekçesi olarak kullanılmıştır çokça. Yani “Fazla uzatmayın ben öyle uygun gördüm.”  Biçimindeki açıklamaya daha uygun bir anlayışı ifade eder.

Bizim Alanya’da üç günden daha fazla kalmamızı açıklamak için; deniz güzel, şehir güzel,doğa güzel,yemekler güzel v.b birçok gerekçe sıralanabilirdi. Tabi bunların da etkisi yok değildi. Ama bir gerekçe daha vardı. Bunu burada açıklamak ne dereceye kadar doğru ve gerekli bilemiyorum. Ancak o günlerde büyük oğlumla bilgisayarda yaptığım yazışmalar sırasında blogumda ayrıntılı olarak açıklayacağıma söz verdiğim için biraz detaya girmek ihtiyacını hissediyorum.

Alanya’ya geldiğimizin sanıyorum hemen ertesi günü idi.(Galiba 6 Ekim Çarşamba günü olacak) Sabah saat 9.00-9.30 civarında bir bankadaki işimi bitirdikten sonra öğretmenevindeki 303 nolu odada yatağın yanındaki bir koltukta otururken başımın –belki de etrafımın- döndüğünü hissederek 1-2 metre yanımda bulunan yatağıma uzanma ihtiyacı hissettim. Tabi ne olduysa ondan sonra oldu. Yatağa uzandım yerine, yatağa yığıldım demem belki daha doğru olurdu. Gözümü aralayıp baktığımda  tavanın atlı karınca misali sürekli dönmekte olduğunu görünce gözlerimi tekrar kapama ihtiyacı duyuyordum. Beynim özellikle ayaklarıma hiç hükmetmiyordu. Kalkmak kımıldamak ne mümkündü? İnsan kendini adeta pelte gibi hissediyor. O anda insanın aklından neler geçmiyor ki?   Söylediklerin, söyleyemediklerin, yaşadıkların,yaşayamadıkların,yazdıkların,yazamadıkların, yakınların, dostların, sevdiklerin, hepsi bir film şeridi gibi beyninden akıyor. Ölümün soğuk nefesi bile bu arada   resmi geçide katılıyor.

Bir ara gözümü tekrar kapattığımda nerden geldi veya nereden takıldı bilemiyorum gözümün önüne daha önce bilgisayarda sıkça oynadığım skraybl  tablosu gelmeye başladı. Zemini yeşil olan bu tablo biraz grileşmiş şekliyle gözümün önünden kayıp duruyordu. Kelimenin,cümlenin iki-üç katı  kutucuklarına rastlayan  F,J,V,Ğ harflerini içeren sözcükler uygun yerlere cuk oturuyordu. Puanlar katlanarak artıyordu. Bu kabus ve karmaşa tam olarak ne kadar sürdü bilmiyorum. Hatta bir ara dalıp uyur gibi de oldum. Sanıyorum bir saatten fazla geçti. Bir ara tekrar gözlerimi açıp tavana bakmayı denedim. Bir yandan da ya tekrar tavan dönerse diye de endişe ediyordum. Tavanın yavaş yavaş sabitlendiğini görünce biraz rahatladım. Önce  güçlükle de olsa doğrulmayı denedim. Ayaklarımın beni güçlükle de olsa taşıyacak duruma geldiğini hissettim. Sevgili eşim Nuray’ın da desteği ve yardımı ile en yakındaki sağlık ocağına gittik. Doktora durumu anlattım. Tansiyonumu ölçtürdü normaldi.(13,8 çıktı) Daha sonra doktor kendince bu durumun gerekçesi ve sebebi olabileceğini tahmin ettiği bir dizi soru sordu. Tansiyon var mı?,Sıcakta çok kaldın mı?Kusma veya bulantı var mı? Feşmekan tür yiyecekler yedin mi? Mide ve bağırsaklarından şikayetin var mı? Şurası acıyor mu? Burası ağrıyor mu? v.b. soruların ben hepsine hayır cevabı verdim. Zaten gerçek olan da buydu. Bunun üzerine doktor da hiçbir açıklamaya gerek duymadan  “Size iki ilaç yazıyorum.Biri halsizlik için diğeri de baş dönmesi için” dedi. Reçeteyi elimize alarak en yakın eczaneden ilaçlarımızı aldık. Bir gün sonra yüzde yetmiş,üç gün sonra da kendimi yüzde doksan olarak iyileşmiş hissettim. Allaha şükür şimdi daha da iyiyim.

Derinliğine düşününce belki şükredecek çok daha fazla şeyimiz olduğunun farkına vardım. Olayın kendisi çok sevimli olmasa da meydana geliş zamanı ve ortamı bakımından şanslı olduğum kanaatini taşıyorum. Yatağımın hemen yanındaki koltukta ve yardımcı olabilecek en yakın kişinin yanında olmak yerine sokakta,araçta ve daha da kötüsü denizde yüzerken olsaydı sonucu ve akıbetini düşünmek bile istemiyorum. Bu yazıyı”Bakalım Mevlam neyler,neylerse güzel eyler” cümlesi ile bitirmek galibe en iyisi.

Herkese sağlıklı günler ve yıllar……………….

ZEYTİN ÜZERİNE

Körfezin muhteşem serinliğini yaşadıktan sonra sırtımı denize vererek kaz dağlarının zeytinliklerine kendimi salıverdim öylesine. Bir zeytin ağacına sırtımı yasladım. Zeytin dallarının yeşilliği karşısında büyülenmemek elde değildi. Daha dikkatlice dinlediğinde adeta her bir ağacın kendi hikayesini fısıldadığını duyabiliyordunuz.

“Ben artık yılları saymayı unuttum. İnsanoğlu benim ömrümün 2000 yıl olduğunu söylüyor. Hiç düşünebildiniz mi insanoğulları olarak sizler 70-80 yıllık bir ömre neler sığdırıyorsunuz ve benim 2000 yıllık ömrüme neler sığdıralabileceğimi  “Zeytin yağlı yiyemem…” diye başlayan türküleriniz var ama zeytinyağlı…. diye başlayan veya zeytinyağı ile yapılan yemeklerin hepsini yazmaya veya yapmaya kalksanız bir insan ömrü bile yetmez.

İyi bakın bu gövdelere iyi bakın.. Her birinde okuyabilene bir tarih yazıyor. Bu yaşlanmış bedenin gölgesinde zeytin gözlü sevdalılar ne aşklar ne ayrılıklar yaşandığını siz nereden bileceksiniz? Ve siz ne bileceksiniz ki bu beden ne savaşlara tanıklık etti. kaç ana kuzusu beni  kendine siper etti ve kaç genç fidan benim dallarımın altında can verdi.

Kahvaltı sofralarınız siyahından yeşiline, biberlisinden bademlisine benimle süslenmiyor mu? Kimbilir kaç amelenin ekmeğine katık oldum. Kolesterol,kalp damar tansiyon şikayetlerinizi anlatmaya başladığınızda doktorlarınız illaki beni önermiyor mu? Dökülen,kepeklenen saçlarınız,kırışan cildinizin devasını ben de aramıyor musunuz?  Bir haftadır kabız olan hemşerim sen bari biraz vefalı ol. Bronzlaşan teninizde benim hiç mi payım yok? Akdeniz insanının güzelliği ve cazibesinde benim katkımı inkar edebilir misiniz?

Kimbilir kaç inanmış insanın iftarında hurmanın yanında yer aldım. Kandillerde gecelerinizi aydınlığa ben çevirmedim mi?

“Zeytinyağı gibi üste çıkmayı böbürlenme yerine kulanırsınız ama siz benim bunca yıllık yaşıma başıma bakmadan,onlarca,yüzlerce yıl benden aldıklarınızı adeta bir anda unutarak altımdan girip üstümden çıkıyorsunuz. Rant ve yağma gözünüzü o kadar  büyülemişki yıllardır altın yumurtlayan tavuğu gözünüzü kırpmadan yok etmek için adeta yarışıyorsunuz.

Yap-Sat’çılarınız ,yöneticileriniz bir kat daha fazla diye kendini yırtarken diğer yandan birde altın arayıcılar altımı oymaya başladı. Bunca yıl aldıklarınızın, bunca yıl verdiklerimin karşılığı bu mu olacaktı?….”

Benim bu feryatlar karşısında ne zeytin ağaçlarına bakacak yüzüm nede söyleyecek sözüm vardı. Belki de oradan sessizce ayrılmak en iyisi idi.

İZMİR’E DOĞRU

Yaklaşık kırk yıl önce geldiğim (Galiba 1968 yılında gelmiştim) İzmir şehrine bir dost ziyareti  sebebi ile eşimle birlikte tekrar gelme fırsatı bulduk. Şimdiki İzmir’in yıllar öncesinin anılarında hayal meyal kalmış olan görüntüleri ile hiçbir benzerliğinin  olmadığını hemen belirtmeliyim. Özellikle Karşıyaka ve konak meydanı arasındaki deniz ve sahil kucaklaşmasının günün her saati için ayrı bir büyüleyicilik içerdiğini ifade edebilirim. Zamanımızın sınırlı olması sebebi ile elbette İzmir’in tamamını gezemedik. Ama gezip gördüğümüz yerler dahi bu kentte  insan yüreğinin bir başka biçimde atabileceğinin müjdesini veriyordu.

Kemalpaşa İlçesinde güzel kiraz bahçelerini, kıvrımlı dağ ve orman yollarında insana dinginlik veren doğal güzellikler gerçekten çok hoşumuza gitti. Daha da önemlisi bu güzel ilçede  Mustafa Kemal Atatürk’ün 9 Eylül öncesi İzmir’i yakıp yıkarak düşmanın denize adeta süpürülüşünü izlediği ve yanında bunan İsmet paşaya “Paşam Anadolu seferi yüz akı ile sona ermiştir. Bundan sonra başka işlerimize bakarız” buyruğunu verdiği tepeyi ve bir gece konuk olarak kaldıkları evi görme fırsatı bulduk. Olayın anısına Gazi’nin bir akşamüzeri elini siper ederek kaçan düşmanı ve yanan İzmir’i izleyen görüntüsünü temsil etmek için dikilmiş olan heykeli görünce bu büyük insanla tekrar gurur duyduk ve ona  olan sevgi ve  hayranlığımız bir kat daha arttı.

Burada emekli olan bazı insanların kendileri için oluşturdukları bir dünya var. Şehrin biraz dışında ama yine de ulaşılabilecek bir noktada edindikleri birkaç dönümlük bir coğrafyada hayallerine uygun bir konut ile  bahçelerinde de çeşitli bitkilerle oluşturdukları bu dünya gerçekten insanları çok mutlu ediyor. Bizi İzmir’de bulunduğumuz süre içinde 3 gece konuk eden dostlarımız  Mahmure  ve Bekir Dilek Çiftinin de Foça İlçesinin Kozbeyi köyünde benzer bir dünya yarattıklarını söyleyebiliriz. İzmir’deki son gecemizi de burada geçirdik. Gerçekten üç dönümlük bir arsa içinde çok emek ve harcanarak gerçekleştirilmiş olan, ayrıca geleneksel Foça mimarisinin özelliklerini taşıyan konutlarına hayran kalmamak mümkün değil. Bahçelerinde ise zeytinden incire, nardan üzüme bölgeye ve mevsime her meyveyi bulabilirsiniz. Tamamen organik koşullarda ürettikleri sebzelerden yemek bize de kısmet oldu.

Foça şirin bir sahil kasabası. Foça ve Yeni Foça olarak adlandırılan sahil bandında çeşitli tatil ve dinlenme tesisleri mevcut. Ayrıca Foça’dan düzenlenen tekne turları da tatil geçirmek üzere buraya gelenlere farklı heyecanlar yaratıyor.

Dönüş yolculuğumuz küçük bir güzergah değişikliği yaptık.Çanakkale istikametine ilerlerken ev sahiplerimiz direksiyonlarını Bergama’ya kırdı. Böylelikle bugüzel Anadolu kasabasını da görme fırsatı yakaladık. Öğle yemeğimizin menüsü  Bergama köftesi ,kerpiç gibi yoğurt ile tahinli,cevizli kemalpaşa tatlısı idi. Tarihi Akrapol ve Zeus tapınağına vakit darlığı ve daha önce aynı yerleri görmüş olmamız nedeni ile gitmedik.Ama daha önce gidemeyenlere muhakkak gitmelerini öneririz.Bergamadan arabamız kozak yaylasına doğru yol almaya başlayınca Bergama tarafına direksiyon kırmakla ne kadar isabetli bir iş yaptığımızı kendi kendimize itiraf ettik. Özellikle Çam fıstığı ormanları ile kaplı bir coğrafyanın insanın duygu dünyasını nasıl zenginleştirdiğini bizzat yaşamış olduk. Bu yöre halkının yetiştirdiği badem,üzüm,incir,çam fıstığı lezzetlerini de doyasıya tattık.

Bu gezi sırasında her şey güzeldi,sadece bir istisnası ile.Kadife kaleye hiç gitmemiştim. Adını sıkça duyduğum yer için zihnimde çok daha keyif verici bir fotoğraf vardı. Ama ne yazık ki “Bu ne yaaaa, bu kadarı da olmaz” dedirtecek hayal kırıklığını burada yaşadık. “Kadife gibi” sözcüğü bizde hep iyi ve sevimli şeyler için kullanılır. Burada ilk kez bu tanımla ters düşen görüntülerle karşılaştık. Kalenin hemen etrafındaki yapılaşmayı mı söylesem,giriş kapısındaki istismar eden ve edilen çocukları mı söylesem,kale içindeki tandır mı fırın mı olduklarını anlayamadığım ve nasıl yapılabildiğine anlam veremediğim çirkinlik abidesi garip taş toprak yığınlarını mı desem hiç bilemiyorum. Açıkçası gezimizin bu bölümünü belleklerimizden silmek en iyisi herhalde….

Bundan sonraki gezilerimizde daha güzel ve sevimli tablolarla buluşmayı ümit ediyorum.Önümüzdeki günlerde hiç gitmediğimiz Antalya va Alanya taraflarına yol almak istiyoruz. O coğrafya ile ilgili duygu ve tespitlerimizi de yine dilimiz döndüğünce satırlarımıza aktarmayı deneyeceğiz.

CEMAAT ÜZERİNE

Malum Hanefi Avcı bir kitap yazdı neredeyse gündem değişti. Tabi bunu sıradan, hayal gücüne güvenen bir yazar yazmış olsaydı “Adam oturmuş masa başına uydurmuş yazmış” deyip geçilirdi. Ama yıllarını bu alanda geçirmiş bir emniyet görevlisinin hem de herkesin bilmem nesinden korktuğu bu dönemde bazı riskleri de alarak buna soyunması durumun vahameti üzerinde düşünmeyi gerekli kılıyor.

Aslına bakarsanız düşünme ve sorgulama zaman belli sebepler ve durumlar ortaya çıkınca değil yaşamın her aşamasında yapmamız gereken şey olmalı bence. Beklide insanı diğer insanlardan ayırarak birey yapan, yurttaş yapan en önemli kriter de bu olsa gerek. Hanefi Avcı kendince bu eserinde sade bir vatandaşın da sorması gereken sorulara kendince veya yaşantısı süresince gözlemlerinden çıkardığı sonuçları da katarak belli açıklamalar getirmeye çalışmış. Ama gelin görün ki arı kovanına çomak sokulmuşçasına bir garip, bir anlaşılmaz tepki dalgası ile karşılaştı.

Cemaat denince artık ne anlaşıldığını artık herkes biliyor. Biliyor da anlaşılan bu şeyin içeriği hakkında bilinen fazla bir şey yok. Hanefi Avcı’ya tepki gösterenler bu konuda ne kadar bilgili veya biliyorlarsa da bunları açıklamaya ne kadar yetkililer orası meçhul. Fetullah Gülen cemaati, Hocaefendi, okullar, marketler, yayın organları… Her şey hem çok somut hem de çok soyut. Soluduğunuz nefes gibi, hissediyorsunuz ama fark edemiyorsunuz.

Zaman içersindeki gelişim çizgisi gözlendiğinde gerçekten son derece insani ve masum bir hareket olarak gibi algılandı birçoklarınca. “İnsanların inançlı, ilkeli, doğru, çalışkan bir yürek taşımasının ne sakıncası olabilir ki?”,”Okullarında İstiklal Marşımız çalınıyor, bayrağımız dünyanın bilinmedik yörelerinde dalgalanıyor kötü mü?” dendi. Ayrıca Hoca efendinin geçmiş siyasilerden Süleyman Demirel, Bülent Ecevit, Turgut Özal vb. İle aynı yakınlık ve uzaklığı korumaya özen göstermesi de kendinin partiler üstü bir konumdaymış gibi bir algılama yaratıyordu.

Ama artık şu an gelinen noktada gerek Hocaefendi’nin beyanlarından ve gerekse AKP hükümetinin resmi yayın organı durumunda olan Zaman gazetesindeki histeri krizine girmişçesine yürüttüğü yayın politikasından daha önce yapılanların sanki bir taktik ve takiyye

olduğu, artık vaktin geldiği, kutsal savaşın kazanılması için bütün yol ve yöntemlerin mubah olduğu bir evrenin yaşandığı kanaati uyanıyor bir çok kişide. Yoksa daha önce olsaydı eminim ki hoca efendi “Mümkün olsa mezardakileri kaldırarak evet oyu verdirin” yerine “Mümin ve inanmış insanımız istişare ve murakabe usullerini kullanarak en doğru kararı verir.” diyerek diyeceğini yine en azından tarafsızlık görüntüsü içinde ve üstü kapalı olarak ifade ederdi.

Benim aslında merak ettiğim şey bireysel anlamda kaldığı sürece kimin ne dediği ile ilgili değil. Daha çok cemaat denen şeyin ne olduğunu açık ve net olarak öğrenmek isterdim. Belirsizliğin, illegalitenin olduğu yerler her türlü kötü senaryoyu birlikte barındırır. Madem bu konuda Hanefi Avcı doğruyu söylemiyor o halde doğruyu söyleyecek birini bulabilsek keşke. Basında  adlarından hemen sonra “Cemaatin önde gelen isimlerinden” ibaresi bulunan ne bileyim Hüseyin Gülerce mi olur, Ekrem Dumanlı mı olur, her kim ise benim bu cemaat ile tamamen merak ve öğrenmeye yönelik soruları cevaplasa ne hoş olurdu.

Cemaatin lideri zaten belli bunu kim seçiyor veya nasıl seçiliyor gibi bir soru absürt olurdu herhalde. Ama cemaat içinde  –sivil toplum örgütleri gibi- belli organlar veya kurullar var mı? Varsa bunlar nasıl oluşuyor? Seçim ve demokrasi var mı? Yoksa orada da atama ve buyruk yöntemi mi geçerli. Cemaat liderinin görüşüne muhalefet etme şansı olabiliyor mu sade bir cemaat mensubunun.

Cemaatin kesin bir üye sayısı belli mi? Önde gelenler, ortada olanlar, arkadan gelenler tamamı kaç kişi? Bunların üye kayıt defteri var mı? Üye olmanın bir usulü, bir prosedürü var mı?

Başvuru nereye yapılıyor? Bunu kim değerlendiriyor? Cemaat içinde belli bir süre kaldıktan sonra vazgeçme veya ayrılma şansı oluyor mu? Bunun bir bedeli ve yaptırımı var mı?

Cemaat içinde iletişim nasıl sağlanıyor? Söz gelimi hoca efendinin gazetede yer alan bir açıklaması oraya nasıl ulaşıyor. Hoca efendi bizzat mı arıyor, yoksa bu bilgilendirmeyi basın danışmanları aracılığı ile mi yapıyor?

Bir de en önemlisi gelelim “ Bu değirmenin suyu nereden geliyor” meselesine. Mali durum ne kadar saydam? Cemaat üyelerinin belli bir aidatı, ödemesi oluyor mu? Bunların kaydı tutuluyor mu? Yani cemaatin finans kaynakları neler? Cemaatin ve hükümetin yayın organı durumunda olan zaman gazetesi kendi kendine ayakta durabiliyor mu? Bunu şunun için soruyorum. Bizim apartmanın iki girişi var ve her sabah oraya iki zaman gazetesi bırakılıyor. Ben de okumaktan zarar çıkmaz diyerek okuyorum. Yani açıkçası bayide para ödenerek satın alınan gazetenin birkaç katını bedava dağıtılıyor? Bedavaya dağıtılan bu gazeteleri kim  sübvanse ediyor?. Böyle olunca da ister istemez İktidarı kayıtsız şartsız desteklemenin ardında bir şeyler mi var diye düşünmeden edemiyor insan.

Tabi belirsizlik ne kadar fazla ise sorular da o kadar çok oluyor. Bu soruları daha da çoğaltmak mümkün. Ancak bunların gerçek karşılığını almak her halde çok zor. Belki de en doğrusu ve kolayı hiç sorgulamadan size verilen buyruğu sorgusuz sualsiz yerine getirmek.