BİR KRİZİN DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ(1)

10 Nisan sabahı internet gazetelerinde sörf yaparken “Sümeyye Krizi” başlığı taşıyan haber dikkatimi çekti.Tıklayıp ayrıntısına girince değerli başbakanımızın kızı Sümeyye hanım Ankara’da devlet tiyatrosunun bir oyununu izlemekteyken oyuncuların müstehcenlik içeren hareketler yaptığı, ya da oyunculardan biriyle Sümeyye Erdoğan’ın göz göze gelmesi; oyuncunun bu sırada, ‘ne haber’ anlamıyla yapılan göz işareti yapması nedeni ile salonu terk etmesi üzerine 150 kişilik bir polis grubunun da salonu terk ettiği haberinin detaylarını okudum.

Aynı gün yine gazetelerin birinde ”Dünya bu Başbakanı konuşuyor” başlığı ile verilen haberin ayrıntılarında İngiltere Başbakanı David Carmeron ve eşi Samantha’nın İspanyada 3 yıldızlı ve plastik sandalyeli bir otelde paralarını da kendileri ödeyerek hafta sonu tatili yaptıkları haberine yer veriliyordu.

Bu bana bir kaç yıl önce küçük oğlumun çalıştığı Hollanda’ya gittiğimde gördüklerimi hatırlattı. Hollanda’da yine bir tanıdık bizi La Hey/ Den Hag(Şehrin ismini doğru yazamamış olabilirim) şehrini gezdirirken parlamento binasını da görme fırsatını buldum. Benim düşünceme göre seçmenler, delegeler, iş takipçileri derken orası ana baba  günü olmalıydı. Ancak son derece sakin bir ortam olduğunu görünce şaşırmıştım. Bir de dışarıdaki motorsiklet ve bisikletlerin bazılarının da parlamenterlere ait olduğunu öğrenince şaşkınlığım daha da arttı. Sonra hatırladım ve anladım ki orası bir krallıktı ve bizimki ise cumhuriyetti. Demek ki krallıkta yönetenler yurttaş gibi, cumhuriyette ise yönetenler kral gibi yaşıyordu.

Tabi bunların hepsini alt alta koyup daha derinliğine bir düşünceye daldığımda “Biz niye böyleyiz” girdabında buldum kendimi. Ülkemizde belki de şark kültürünün bir parçası  insanlar belli yerlere gelince sadece kendileri değil etrafındakilerle birlikte o makamın ve saltanatın bir parçası oluveriyor. Başbakanın eşi, başbakanın kızı olmak gibi yeni meslekler yeni statüler ve pozisyonlar  oluşuveriyor. Buna uygun yeni  protokoller belirleniyor. Bu durum da herkesi mutlu ediyor sanırım. Bir ara rahmetli Ecevit bu hovardalığa bir son vermek için yabancı marka da olsa yerli üretim renaulta binmeyi denedi ama pek de itibar görmedi. Bir çokları da bu durumu “Kendine hayrı olmayanın Ülkeye ne hayrı olur ki” diyerek eleştirmişti.

Oysa çağdaş dünyada her birey kendi bilgi,birikim ve becerisi ile var olmayı denemek durumundadır. Birisine dayanarak ya da birisinin gölgesinde var olmanın ne kadar sığ ve kısa ömürlü olacağını ne zaman fark edeceğiz acaba? “Ben çok önemli bir kişinin eşiyim ya da çocuğuyum o halde saygı görmeliyim” anlayışı bu çağa uygun bir anlayış olmasa gerek.

Başa dönecek olursak Sümeyye hanım kızımızın bu müstehcenlik sebebi ile de olsa,kendisine işaret yapıldığı nedeni ile de olsa salonu terk etmesinin mantıklı bir gerekçesini bulmakta insan gerçekten zorlanıyor. Bir oyunu, bir filmi ya da bir sanatçıyı izlerken bazen benimde beğenmediğim olmuştur. Bu gibi durumlarda kendime şu kriteri uygularım ”Sen beğenmediğin bu oyun ve oyuncu gibi bir eser üretebilir misin?” sorusunu kendime sorarım. “Hayır beceremem” diyorsam benden daha fazlasını üretene karşı sabretmeyi öğrenmem gerektiğini düşünerek oyunun sonuna kadar bekleme cezasını kendime veririm.

Kendine işaret edilmesini  salonu terk etme sebebi saymaya ne demeli hiç bilemiyorum. Yani salonda yüzlerce kişi var ve yapılan işaretin sana yapıldığını düşündüren ne olabilir ki? “Burada sadece ben varım. Zaten diğerleri niçin muhatap alınsın ki?” şeklindeki bir değerlendirmenin sonucu olsa gerek bu da.

Bir de salonu terk ederken onunla beraber polis oldukları söylenen 150 kişinin salonu terk etmesine ne demeli?  Polis olduğu söylenen kişiler Sümeyye hanım kızımızı korumak ve kollamak üzere oradaysa vay bu memleketin haline…Diyelim ki onlar da sadece masumane birer bilet alıp tiyatroyu izlemeye geldilerse bir kişinin daha sebebi bile doğru dürüst anlaşılmayan tepkisine bir sürü psikolojisi içinde katılmalarını ise açıklayacak cümle bulmakta gerçekten zorlanıyorum.

Belki de daha çok konuyu sosyolojik ve  psikolojik boyutuyla değerlendirmek en doğrusu. Babasının kızı ne de olsa “Van münit” deyip puan toplama gayreti olmasın sakın demekten de alamıyor insan kendini. Ya da gündem oluşturma veya gündemde kalmanın farklı bir yöntemi ile mi karşı karşıyayız acaba? Ne diyelim hayırlısı olsun. Yine de şükür edelim ki “Beni başörtülü/türbanlı olduğum için salondan attılar” demedi en azından.

ARADA BİR İSTANBUL / GÜZEL BİR BAHAR BULUŞMASI

Güftesi Hayri Mumcu’ya, bestesi Gültekin Çeki’ye ait rast makamındaki “Unutulmuş birer birer, eski dostlar eski dostlar” şarkısını daha fazla dillendirdiğimiz şu sıralarda “Aman unutulmasın o eski günler“ istek ve endişesini taşıyan bir grup arkadaş 6 Nisan akşamı için bir buluşma önerdiklerinde memnuniyetle kabul ettim. ”Günü ve saati gelince hemen arabama atlayıp gittim” demem gerekirdi. Ancak beni yakından tanıyanlar toplu taşıma araçlarını tercih edeceğimi tabii ki bileceklerdir. Metrobüse binerek son durak olan Avcılar’da indim. Üst geçitten karşıya geçip merdivenlerden inerken merdivenlerin hemen başında sağlı solu 2şer 3er metre ara ile sıralanmış 20-25 yaşlarında üniversite öğrencisi olduğunu tahmin ettiğim gençler “BOYUN EĞME” büyük başlığı altında “Memlekete sahip çıkmadınız, bari çocuklarınızın geleceğine sahip çıkın” alt başlığı ile son günlerde şifreleme iddiaları ile gündeme gelen YGS sınavına ilişkin bildiri dağıtıyordu.

gece1

Birden 35-40 yıl öncesinde yaşanalar aklıma geldi. Gençliğin duyarlılıkları, idealleri, heyecanları; özgürlüğe, adalete ve eşitliğe hasretleri ile farklı olduğunu hatırladım. Akşam karanlığında oraya onları hiçbir zorlama olamadan o düşünce ve idealler getirmişti. Gözlerinde çok özel ve önemli bir görevi yapmanın pırıltısı vardı gençlerin. Belki okullarındaki derslerine karşı bu derece tutkun değillerdi. Yoksa akşamın bu karanlığında karşılığı coplanmak, ıslanmak, biber gazı yemek olan bu bedeli gönüllü olarak kabullenmek nasıl açıklanabilirdi? Gençlerin birçok düşüncesine katılmasak bile onları anlayabilmeyi acaba denemiş miydik hiç? Yoksa tarih yine tekerrür mü ediyordu?

gece2

Bu düşüncelerle kendimi sahile doğru bıraktım. Akşamın karanlığı ile Marmara’nın gri mavi karışımı rengi birbirine karışırken Avcılar Öğretmen Evi’nde buldum kendimi. Resepsiyondan arkadaşlarımızın ikinci katta toplandığı bilgisini aldım. Hava henüz karardığı için ben erken gelmiş olabileceğim gibi bir tahmin yürütmüştüm. Ama tahminimin tam aksi bir manzara ile karşılaştım. 25-30 kişilik davetli grubunun neredeyse tamamı U şeklindeki düzende yerlerini almış, hatta bir çoğu ilk kadehlerini çoktan yudumlamış gibi görünüyordu. Ben de kısa bir selamlaşmadan sonra uygun bir yere konuşlanarak çemberin eksik halkasını tamamlamış oldum.

gece3

Gerek halen görevde olan ve gerekse emekliye ayrılan bu gruptaki arkadaşlarımın büyük bir çoğunluğu ile birlikte çalışma fırsatım olmuştu. Her birinin benim gönlümde çok özel yeri olduğunu ve onları tanımanın benim için çok büyük şans ve kazanç olduğunu itiraf etmeliyim. Gecenin ilerleyen saatlerine kadar bu günden,  hatıralardan, gelecekten velhasıl bize ait olan her şeyden bahsettik. Arada Ahmet Gümüş, Yücel Kara, Hasan Mutlu gibi arkadaşlarımızın isimlerinin önüne “Rahmetli” sözcüğünü ekleyerek hatırlamak içimizi burktu. Ama ne yazık ki dönüşü olmayan bu tek yönlü yolculuğa kimin ne zaman çıkacağı hiç belli olmuyordu.

gece4

Güzel gecemizde normal programda müzik olmamasına rağmen düzenleyen arkadaşlarımızın gayreti ile bizim için bir istisna düşünülmüş, mekanın sanatçısı katılanların zevklerine uygun parçaları seslendirerek geceye ayrı bir keyif katılmasını sağlamıştı. En güzeli de Necati Vatan arkadaşımızın elektronik ve dijital dünyanın katkısı olmadan bağlaması ve natürel sesi ile Anadolu’nun dilini yüreğimizde hissettirmesiydi.

Bu buluşmanın gerçekleşmesinde emeği geçen emekli arkadaşımız Zilfer Dizman ile muvazzaf arkadaşımız Necati Vatan’a teşekkür etmeliyim. Ayrıca yakın ilgi ve hizmetleri için Avcılar Öğretmen Evi çalışanlarını da bu teşekküre ortak etmekte yarar var. Darısı bir dahaki buluşmalara…

BÜYÜKLERE MASALLAR(3)/ DARBE YAPILMIŞ MI NE ?

Bir varmış bir yokmuş Memleketin birinde yapılan darbelerden de yapılamayan darbelerden de hep yarar gören ve hepsinden de yüzünün akı ile çıkanlar da varmış, Bütün bu yaşananlara bakıp bunun başka bir yolunun olabileceğini de düşünmekteymişler. Eğer amaç ele geçirmek, hakim olmak ve hükmetmekse   öyle davulla zurnayla türkü ile marşla değil de çok daha derinden ve uzun soluklu bir yöntemin geliştirilebileceğinden de eminmiş hareketin başındaki kişi. Ayrıca anayasaların yapılması veya yasaların değişmesinin pek önemli olmadığını sonunda da birtakım riskleri olabileceğini de da fark edince çok ince bir taktik ve stratejilerin devreye sokulmasının gereğine inanmış. Aynı yasanın, başında bulunan kişiye göre farklı uygulandığına da çok tanık olmuş. Onun için davullu zurnalı darbe yapmak veya yasalarla uğraşmak yerine onların uygulayıcılarının arasında olmayı sağlayacak projelere öncelik vermiş hep. Bunun için de  ;

“Adliye’de, Mülkiye’de mevcut olanlar mevcudiyetlerini korumazlarsa, arkadan gelenlerin mevcudiyetini koruyamayız. Bir taraftan o kanun ve kuralları, diğer taraftan da kanun ve kural adamı olma imajını kullanmalıyız. Yani sizi gören, ‘Bunlar kurallara harfiyen riayet ediyorlar’ demeli.”

“Taa ilerilere gitmeli, can damarları içinde dolaşmalıyız. Cepheleri öğrenmeleri lazım

arkadaşlarımızın. Hukuk sistemini didik didik etmeliler. Sistemin püf noktalarını bilmeleri lazım. Biz de çalışıp onları istifade edecekleri mevkilere getirmeliyiz.”

“Dikkatli olmalıyız. Erken harekete geçersek, tepemize binerler. Durmadan hazırlanmalıyız. Zamanı gelince, uygun boşluk bulunca maratona geçeriz. Devlet memuru arkadaşlarımız kahramanlık yapamazlar. Erken vuruş yaparlarsa dünya başlarını ezer. Bütün anayasal müesseselerdeki güç ve kuvveti cephenize çekeceğiniz ana kadar her adım erken sayılır.” şeklinde açıklamış manifestosunu.

Bu talimata bağlı saymış bütün müritler kendilerini. Her yerde hem var hem de yok gibilermiş. Adım adım değil amma, adeta santim santim yol alıyorlarmış. Hiç aceleci de değillermiş. Kilitlendikleri hedefe ilerlerken sabırları sınırsız ve sonsuzmuş .

İçinde bir kurbağanın bulunduğu bir kabın ısısını uzunca aralıklarla birer derece arttırıldığında su 100 dereceye geldiğinde kurbağanın hiç fark etmeden ve tepki vermeden haşlanması durumunu yansıtmaya başlamış toplum. Yada son derece berrak su ile dolu bir havuzu düşünün . O suya her gün birer damla mürekkep damlatılması gibi havuzdakiler hiç bir şeyin farkında değilmiş. Arada bir dışardan gelen ziyaretçiler “sizin havuzun rengi değişiyor galiba” dedikçe, havuzdakiler son derece iddialı bir biçimde: ” Kesinlikle olamaz. Biz  her gün giriyoruz. Dün de böyleydi, bu gün de böyle” diye tepkide bulunuyorlarmış. Derya içinde olup deryayı bilmeyen balıklar gibi yani. Günün birinde aynaya bakmak gereğini duyunca masmavi olduklarını fark etmişler ama herkesin de kendileri ile aynı renkte olduğunu görünce bunda da bir anormallik görmemişler.

Ülkenin tüm insanları da ; “ Çok şükür ki artık yapılan ve yapılamayan darbelerden kurtuluyoruz. Vesayet rejimleri sona eriyor”  diye düğün bayram eder olmuş.

Tabi böyle bir masal ülkesinin var olup olmadığını yine bilmiyoruz.Bahsedilen olay ve kişilerin yine gerçekle ilgisi olmayıp tamamen kurgusal olduğunu hemen belirtelim.

BÜYÜKLERE MASALLAR(2)/ YAPILMAYAN DARBELER

Bir varmış bir yokmuş. Darbe yapma ve darbe yeme tutkusu ile yanıp tutuşan insanların yaşadığı bir ülkede zaman içinde birileri bazı şeylerin değişmeye başladığını fark etmiş. Dış konjuktür, değişen ve artan iletişim kanalları  darbe yapmayı zor hale getirmeye başlamış. Darbe yapmanın son derece zor  hatta imkansız olduğunu gören bazı kişiler darbe planı yapmak yerine darbe yapmama planları yapmaya başlamışlar. Oturup uzun uzun darbe nasıl yapılmaz üzerine hazırlıklar yapmışlar projeler geliştirmişler. Dosyalar klasörler  CD ler dolusu  bu planlarına ay ışığı, yakamoz,eldiven, balyoz gibi bir sürü isimler de vermişler.

Sonunda yapılamayan darbeler için isim bulmakta zorlanmaya başlamışlar. Diğer yandan bu  planları koyacak yer bulma sıkıntısı başlayınca canları fena halde sıkılmış  bu darbe yapmama planlarıyla uğraşmaktan vazgeçmişler. Vazgeçmişler vazgeçmişler ama bu defa eldeki bunca hazırlığı ve dokümanı ne yapacağız diye bir düşüncedir almış bizimkileri. Kimisi  “Birer fotokopisini çekelim imha edelim” demiş, kimisi “Uygun bir yerde saklayalım emekliliğimizde belgesel yaparken ya da anılarımızı yazarken kullanırız” demiş. ”Çok iyi saklayalım da günün birinde bizi yargılarlarsa onların işlerine yarar belki” diyen bile olmuş.

Gel zaman git zaman hakikaten akıllarına gelen başlarına gelmiş. Bir dalgadır başlamış. Tusunami gibi bir şey hani. Her dalgada duruma göre 40-50 kişi tutuklanıyormuş. Giderek bu dalgaların sayısı unutulur olmuş ama bir türlü ardı arkası kesilmiyormuş. Ucu açık bir dalgalanma imiş yani. Gariptir ki her şey, herkes biliniyor,bulunuyormuş ama bir numara hala ortada yokmuş. Her dalga sonunda tutuklananların ardından durum yetkili kişilere sorulduğunda onlar da “Konu yargıya intikal etmiştir” diyerek muzipçe bir gülümseme ile dalgalarını geçiyorlarmış.

Yapılmayan darbelerin ve darbecilerin yargılanması için de  bitmeyen ve bitmeyecek olan yargılama usulleri geliştirilmeye başlanmış. Her bir dalgalanma için 2-3 bin sayfayı bulan iddianameler, yerine göre kamyonetle,yerine göre el arabaları ile taşınan klasörler dolusu evraklarla bunun da bitmemesi gereken bir yargılama olacağı zaten baştan belli imiş.

Yapılamayan darbenin bitmeyen yargılaması sürerken, birkaç sayfalık bir iddianame ile yargılanmaları mümkün olan yapılan darbelerin failleri, verilen klasik ve e muhtıraların kahramanları da bu manzarayı gülümseyerek seyrediyormuş.

Aslında bir bakıma, yapılmayan darbenin bitmeyen yargılanması bazılarının çok da işine yaramış. Gözüne kestirdikleri asker,akademisyen,gazeteci, kimi bulularsa bu havuza atıyorlarmış ”…….terör örgütüne üye olmak,yardım ve yataklık etmek” ilaç gibi kullanılan bir  gerekçeymiş. Buraya giriş tek yönlü imiş Zaten bir kere de içeri girdin mi bir yandan “Masumluk karinesi esastır, tutukluluk cezaya ve işkenceye dönüşmemelidir” deniyor diğer yandan da her seferinde tutukluluk hallerinin devamına karar veriliyormuş En son bir gazetecinin henüz daha yazmadığı bir kitabının toplattırılması gibi dünyada pek eşi benzeri olmayan kararlar bile verilmiş. Her halde bundan sonrası için:” kitap yazmayı düşündüğü bu düşüncesi ile terör örgütüne yardım ve yataklık ettiği sabit olduğunda beynin açılarak beyin hücrelerinden bu düşüncelerin kazıtılması veya yok edilmesi…” gibi bir karar da bekleniyormuş

Not: Sayın okuyucu… bu masalda anlatılanların gerçek kurum ve kişilerle ilgisi olmayıp tamamen kurgusal olduğunu hemen eklemeliyim.

BÜYÜKLERE MASALLAR(1)/ YAPILAN DARBELER

Bir varmış bir yokmuş. Memleketin birinde bir garip insanlar yaşarmış. Bu insanlar  darbe yapmaktan ve darbe yemekten  müthiş keyif almaktaymış. Bugünün diliyle sado-mazoşizm gibi bir şey yani. Bir ur gibi genlerine yerleşmiş adeta periyodik aralıklarla yaşadıkları ve yaşattıkları bu oyun. Devr-i saltanat zamanında yeniçerilerin kazan kaldırması ya da padişahların halledilmesi biçiminde başlamışlar bu işe. Ahali de bundan pek şikayetçi değilmiş hani. Gelene de gidene de “Padişahım çok yaşa” diyorlarmış hep.

Cumhuriyet dönemi başlayınca uyumaya ve unutulmaya yüz tutmuş sanki bir ara. Ama ağır aksak da olsa demokrasiye ve çok partili hayata geçince birden uyanmaya başlamış derin uykusundan bu ur. 1950 li yılların mayıs ayının sonlarına doğru yani 27 Mayısında sabaha karşı hasret sone ermiş darbe yemek ve yapma özlemi içinde olanlara. Bütün darbelerde olduğu gibi memleket yine tam uçurumun kenarındaymış. Tutulmasa düştü düşecek gibi hani. O zamanlar daha kolaymış galiba bu iş. Radyoevini işgal edip uçurumun kenarından kurtarma mecburiyeti, NATO’ya mantoya bağlıyız mesajları arkadan davudi sesiyle günün aranan sanatçısı Hasan Mutlucan’ın  ”Estergon kalesi bre dilber anam” türküsünü de fona koydun mu iş tamam sayılırmış.

Tabi ilerleyen günlerde yavaş yavaş işin ciddiyeti anlaşılmaya başlanırmış. İnsanlar birbirlerini yedikleri için yiyecek sıkıntısı da fazla hissedilmiyormuş. Bu arada memleketin mümtaz hukukçuları bir araya toplanarak dünyanın en mükemmel anayasası hazırlamışlar. Her zaman olduğu gibi  halk da bunu kabul etmiş. Darbelerin” kırk katır mı kırk  satır mı” anlayışından haberli olan halkın kabul etmediği anayasaya  hiç görülmemiş. Gerçi içinde darbeyi yapanların bir kısmına kayd-ı hayat şartıyla (ömür boyu) senatör olma gibi garip imtiyazlar da varmış bu anayasa da ama olsun o kadar kusur kadı kızında da olurmuş. Birde nerdeyse elli yıl sürecek bir apoletlilerden cumhurbaşkanı yapma geleneği başlamış mı ne?

Neyse gel zaman git zaman bu ülkede insanlar on yılda bir darbe görmeye alıştığından yetmişli yılların başında da bir kaşıntı sarmış birden milleti. O çok dillere destan 1961 anayasası kimisine bol, kimisine dar gelmeye, bazı köşelerinden de dikiş atmaya başlamış. 1970 li yılların başında  ülkesini herkesten çok seven ve düşünen kişileri bu defa pembe veya layt darbe anlamına gelecek muhtıra vermekle yetinmişler. Adı muhtıra imiş ama cümle darbelere taş çıkartacak sonuçları yaşamış cümle alem. Nice gençler çürümüş zindanlarda ve nice analar kan ağlamış. Eşitlikten, bağımsızlıktan, sosyalizmden, komünizmden bahseden gençlere “Siz de kim oluyorsunuz ? Bu Ülkeye sosyalizm mi, komünizm mi gelecek buna biz karar veririz yada  biz getiririz size de ne oluyor” gibi son derece akılcı açıklamalar da yapıyormuş bu muhtırayı verenler. Balyoz gibi ezmek ve silindir gibi geçmek tabirleri ta o zaman yer etmiş halkın diline

Aradan bir on sene daha geçince yine insanlarda bir beklenti oluşmaya başlamış. Seksenli yılların  Eylül  ayına gelindiğinde sadece halkta değil ülkeyi yönetenler de  bir tuhaflık sezilmeye başlanış. Sanki beklenen biri varmış da ve bir türlü gelmiyormuş. Bir kaşıntıdır tutmuştu herkesi. Terör diyorsan varmış Her gün 20-25 can gidiyormuş. Yönetemeyen demokrasi diyorsan o da ortada bekleyip duruyormuş. Haftalardır turlarının sayısının bile unutulduğu cumhurbaşkanının seçimi bile gerçekleşemiyormuş. Halk seçtiği, umut bağladığı yöneticilerinden açıklama beklediğinde muhalifi de muhalif olmayanı da: “Bakalım her an olabilir bir an önce olsa da işimize baksak”  beklentisi içindeymiş .”Bu kadar yürekten çağırma beni” şarkısı daha sıklıkla dillendiriliyor olmuş herkes tarafından. Neyse ki damarlarındaki darbe geninin izleri henüz silinmemiş olan darbe severlerimiz de bu kadar ısrar üzerine 1980 yılı Eylül ayının 12. günü ansızın gelivermiş. Bu büyük buluşmadan yıllar sonra  herkes darbeye ve darbecilere karşı olma konusunda bir yarışa girecekmiş  ama o günlerde tebrik etmek ve çok isabetli oldu mesajlarını vermek için herkes birbirini kırıyormuş

Bu darbenin sonunda da nur topu gibi 82 anayasası doğmuş. Son derece özgürlükçü cümlelerle dolu olan bu anayasadaki cümlelerin sonu da hep ancak ile bitiyormuş. O bakımdan bu anayasaya halk arasında “Netekim paşanın ancaklı anayasası” adı verilmiş. Bu anayasa halk oyuna sunulmuş ve % 92 gibi rekor oranla kabul görmüş. Tabi anayasanın aleyhinde konuşmanın yasak olduğu bir referandum öncesi dönemi yaşanmış. Ayrıca darbeyi yapanların konsey üyesi, darbenin başının cumhurbaşkanı olmasının da anayasa ile birlikte oylanması gibi garipliklerin kimse farkına varmamış. Halkın belki de  köprüyü geçinceye kadar…  mantığı ile rekor düzeyde kabul oyu  alan bu anayasanın üzerinden 10 sene bile geçmeden nerdeyse yarısı  değişime uğramış.

Tabi bir de 28 şubat post modern darbesi,  27 Nisan (e) muhtıraları da bu memleketin  demokrasi kültüründe  özel yeri olan değişik yaşanmışlıklar olarak yer almış

Ha bu arda bu masallar ülkesi neresi mi? Bunu ben de çıkaramadım. Hani bazı filmlerin ve dizilerin sonunda “ Filmde belirtilen olay ve kişilerin gerçekle  hiçbir ilgisi olmayıp  tamamen kurgusaldır” diye sonuçlandıralım masalımızı en iyisi.

YAZMAK ÜZERİNE

Bizim İlkokulu ve ortaokulu okuduğumuz yıllarda  şu sıralarda Sosyal Bilgiler başlığı altında okutulan dersler tarih,coğrafya, ve yurttaşlık bilgisi dersleri adları altında  ayrı dersler olarak okutulurdu. Ve bize tarih dersinde ilk olarak öğretilen de “Tarih” sözcüğünün tanımı idi. Ta o yıllardanGeçmişte yaşayan insan topluluklarının faaliyetlerini YER VE ZAMAN bildirerek….”  şeklindeki tanımı belleğimin bir kenarında saklı durmaktadır. Tarihin başlangıcını da M.Ö. 3000 yıllarına yani yaklaşık 5000 yıl öncesine yazının icadına dayandığı da hep tekrarlanmıştır. Bu yüzden de yazının icadından önceki zamana tarih öncesi, ondan sonraki çağlara da tarih sonrası çağlar olarak sınıflamayı da ta o zamanlar öğrenmiştik.

Tabi 5000 yıldan beri insanların ve toplumların hayatlarına ne kadar girdi ve onları ne kadar etkiledi bu yazı dili acaba. Bizim insanımız için iletişim ve anlatma dilinin şifahi olduğu söylenir. Bunun olumlu yönleri de olumsuz yönleri de var tabii ki. Kolayımıza gelmesi, bağlayıcılığı olmayıp insanı sorumluluk altına sokmaması avantaj olarak değerlendirilebilir. Ama bir iz bırakmadan uçup gitmesi, bir nesil dahi taşınamaması karşısında hüzünlenmemek mümkün değildir.

Eş dost birlikteliklerinde veya arkadaş sofralarındaki lezzet sözcüklerinin uçup gitmemesi için zaman zaman “Bunlar bir yazılsa ya da kitap haline getirilse” gibi öneriler “Vaktimiz yok, şimdi kim uğraşacak onunla gibi” cümlelerle geçiştirilmekte ya da “Bir emekli olalım düşünürüz” diyerek belirsiz tarihlere ertelenmektedir. Hatta bazen “Birkaç sene önceki toplantıda şu görüşün ve teorin çok ilginçti veya şu şiirin çok güzeldi” dediklerinde  o günün büyülü  havasında söylenmiş olan şeylerden çok azını hatırladığımda bazı şeyleri yazmamanın veya not etmemenin ne kadar büyük bir eksiklik olduğunu kendime itiraf ediyorum.”Baki kalan bu kubbede hoş bir seda imiş” derler ama sedalar da kayıt altına alınmazsa onların hoş olduklarını nasıl hatırlayacağız.

Bundan birkaç yıl önce birazda büyük oğlumun teşviki, zorlaması  ve teknik yardımı ile  internette adıma bir blog oluşturuldu. Önceleri “Ne gerek var, böyle şeylerle beni uğraştırma “ diye ayak dirediysem de sonunda galip gelen oğlum oldu. İlk günlerde sırası ile oğlumun tarif ettiği gibi Log ın, Usrerma, Password, Post-Ad new, leri tıklayıp ilgili yerlere başlık ile birlikte yazıyı koymak, kategoriyi işaretlemek, yerine göre Publish veya Uploadı tıklamak hayli zor olmuştu. Aralara resim girmek de hayli zamanımı almıştı. Fakat birkaç deneme yapınca öğrenme gerçekleşti. Öğrenmeler geliştikçe yüzmek veya bisiklete binmek gibi kendiliğinden yapılıveren birer işlem haline gelmeye başladı bu zincir.

Yazıları, okunur mu okunmaz mı beğenilir mi beğenilmez mi gibi hiçbir endişe veya önyargı süzgecine uğratmadan giriyorum. Benim bir başka hafızam olarak düşünmeye başladım blogu. Bu ayrıca benin insanlara,olaylara ve dünyaya bakış açımı da değiştirdi. Gezdiğim veya tekrar gördüğüm yerlere daha bir başka gözle bakmaya başladım. “Bunlara blogumda nasıl yer verebilirim veya hangi enstantane ilginç olur” gibi arayışların içinde buluyorum kendimi.

Haydi hep beraber yazalım ne dersiniz?

ASLINDE HERKES BİRBİRİNE BENZER

Zaman zaman kendimizi eleştirirken kantarın topuzunu biraz fazla mı kaçırıyoruz. diye de düşünmüyor değilim. Bir yandan kendi insanımızın yetersizliğini abartırken  diğer yandan başkalarını yüceltmek uğruna “ Bizim insanımız böyle işte…oysa Avrupa’da böyle mi şekerim” diye başlayıp daha sonra da: “Ben Paris’teyken ben Londra’dayken” diye  devam eden geyik muhabbetlerinde bunun izlerini görmekteyiz.Oysa insan her yerde insan. Zaafları, tutkuları özlemleri ile aynı özellikleri taşıyan mahluklar yani.

Memleketin birinde  halkının topraklarında üzüm yetiştirip şarap haline getiren ve bu şarabı da satarak geçimlerini sağlayan bir köy varmış. Bu köylülerin şaraplarını da köyün rahibi topluyormuş. Rahip getirilen şarapları önce kontrol ediyor,daha sonra da tartıp parasını ödedikten sonra büyük bir depoya boşaltmalarını söylüyormuş. Bir yandan da Pazar ayinlerinde iyilik ve doğruluk üzerine nasihatler vermeyi de eksik etmiyormuş. Belli bir süre sonunda insanların bu konuda iyice geliştiklerinden emin olunca köylülere ”Sevgili kardeşlerim yıllardır şaraplarınızı tartarak ve kontrol ederek topluyorum. Artık hepimizin birbirimize güvenmemizin zamanı geldi. Bundan böyle ürettiğiniz şarapları bana getirip kontrol ettirmenize gerek yok. Bana getirmeden doğrudan depoya götürüp dökün bana sadece miktarını bildirin yeter” demiş. Gerçekten bu uygulamadan herkes hoşnut kalmış. Köylüler getirdikleri kaplardaki şarapları doğrudan depoya döküyorlar miktarını rahip efendiye söyleyip paralarını alıyorlarmış.

Bu uygulama başladıktan birkaç gün sonra  Rahibin canı şarap çekmiş. Eline aldığı bardağı deponun alt kısmındaki musluğa dayayıp musluktan bardağı doldurmuş ve ağzına götürmüş. Bir de ne görsün bardağın içindeki sıvı, görüntüsü  ve tadı ile yani her şeyi ile her gün köy çeşmesinden içtiği suyun tıpa tıp aynısı değil mi?

İnsanlar görülmeyeceğinden emin olduklarında nasıl da birdenbire değişiyor değil mi?

Yukarıda anlattığım kıssa ne kadar gerçektir bilemiyorum. Ancak benzer konularda çok uzun yıllar önce yapılmış bir araştırmayı bir yerlerden okuduğumu hatırlıyorum. Dünya insanlarının dürüstlük,doğruluk v.b erdemlere ne kadar bağlı olduğunu anlamak için yapılan bir araştırmada araştırmacılar her ülkenin uygun gördükleri kentlerinin yine uygun gördükleri yerlerine –özellikle yaya trafiğinin işlek olduğu alanlara – her birinin içinde belli miktar para  ile sahibine ulaşmayı sağlayacak bilgileri içeren kartın bulunduğu cüzdanları önceden bırakıyor. Daha sonra bu cüzdanların belirtilen adreslere ne kadarının döndüğü sayılarak belli yüzdeler üzerinden kent insanlarının ahlak,dürüstlük ve doğruluk değerleri  üzerine yargılara varılıyor. Araştırmanın rakamsal sonuçlarını tam olarak hatırlamıyorum ama cüzdanlarının tamamının geri geldiği bir ülke ve kent olmadığını, insanların refah ve zenginliğinin fazla olması daha fazla cüzdanın geri gelmesini sağlamadığı şeklindeki sonuçlar doğrusu beni çok şaşırtmıştı.

İnsanların yalnızlıklar ve karanlıklar altında neler üretebileceği, eğer otokontrol mekanizmaları gelişmemişse, denetimden uzak, görülmediği ve gözlemlenmediği  zaman bazı değerleri ne dereceye kadar koruyabileceği ile ilişkin belirsizliklerin aşılamadığını, insanla ilgili daha çok şeyin eksik ve bilinmez olduğunu söyleyebiliriz.

BİZ BİZE BENZERİZ

Siirt’te son 3 günde biri 7, diğeri 17 yaşındaki iki kız çocuğuna ayrı ayrı cinsel istismarda bulundukları iddiasıyla gözaltına alınan Siirt Yoksullukla Mücadele Derneği (SİYDER) eski Başkanı M.T. ile Z.B. adliyeye sevkedildi. Cinsel istismar zanlısı M.T.’nin kentte cinsel istismarları protesto etmek için düzenlenen gösterilere katıldığı ortaya çıktı.” Aynen böyleydi Hürriyetin 19.02.2011 tarihli internet gazetesinden okuduğum haberin özeti. Bu “pes artık” dedirten bir başlıkla verilmişti. Gerçekten insanımızın ne kadar tezatlar içinde olduğunu ve toplumsal ikiyüzlülüğümüzün de bir işareti idi bu bir yerde. Sadece o kişiye mi aitti bu çelişki yoksa birçoğumuz  bu kadar abartılı olmasa da bu tezatların ve iki yüzlülüğün izlerini taşıyor muyuz?

Yeşilay haftasında “İçki,sigara öldürür,kumar söndürür” yazan levhaların altında  yapılan konuşmaların daha üzerinden saatler bile geçmeden sigaraların tüttürülmesi, yada kadehlerin tokuşturulması “Ben zaten az içiyorum içime çekmiyorum” gibi açıklamalar yeterli gelmezse o zaman çoğumuz: ” Hocanın dediğini yap ama yaptığını yapma” mazeretine sığınmıyor muyuz?

Nerdeyse ayda bir değişen cep telefonlarımızı birbirimize övünerek gösterirken,ya da sen kapat benim bedavam var ben arayayım” dedikten sonra saatlerce konuşup ertesi gün de karşı sokaktaki baz istasyonunun kaldırılması için kampanya başlatmıyor muyuz.

Rüşvet almakta vermekte suçtur. Alanda veren de suçludur sözcüklerini hep kullanmamıza ve bunları yasalara da yazmamıza rağmen bunu alan veya verenler için “Helal olsun işini yürüyor.” methiyesini de düzen biz değimliyiz? Hatta en yetkili ağızlardan “Benim memurum işini bilir” tekerlemesi ile bu teşvik dahi edilmedi mi?

Kurallara herkesin kesinlikle uyması gerektiğini hep tekrarladığımız halde postanede,hastanede veya herhangi bir yerde sıramızı beklerken “Bir imzalık işim var hemen çıkacağım” kurnazlığını kullananımız da epeyce olduğu gibi içerden bir tanıdık yüzün veya selamlaşmanın sağlayacağı öncelikten ve ayrıcalıktan da  vazgeçemeyiz çoğu kez.

GDO lu ürünlerin hangisi olduğunu öğrenmek ve bunları  kullanmamak için kılı kırk yaran da biziz ancak bunların ithalatı ihracatı dağıtımı içinde en olmadık dümenleri de çeviren yine bizim insanlarımız değil mi?

Çalışmanım en yüce değer olduğunu tekrarlar dururuz ama çalışmadan yaşamanın tutkusu ile yanar tutuşuruz. Çok çalışan insanlar için kullandığımız sözcüklerin pek itibarlı sözcükler olduğunu söylemek oldukça güçtür.

Kopya çekmenin büyük bir suç ve ayıp olduğunu söyleyip öğrencisinden akademisyenine bunu tüm yaşamında pervasızca kullanıldığına ilişkin örneklere her zaman rastlayabiliriz.

İnsana yöneltilen şiddete her daim karşı olduğumuzu tekrarlamamıza rağmen aileden başlayıp okulda, askerde sürdürülen ve karakolda da katmerli olarak tekrarlanan bu eylemin hem sorumlusu hem mağduru olan insanlar bizim insanlarımız değil mi?

Çevremizi kirletmeyelim, çevremizi temiz tutalım sloganları dilimizde pelesenk olmasına rağmen bir piknik ertesi arkamıza bakıvermek ya da kurduğumuz fabrikaların atıkları ile coğrafyamızın ne hallere geldiğini görememe çelişkisi başka nasıl açıklanabilir?

Şehirlerimizin dört bir yanında her çeşit ucubelerin oluşmasına en yetkili olunduğu zamanlarda seyirci kalınırken Anadolu’nun bir köşesinde varlığından bile birçok insanın haberi olmayan gariban bir sanatçının iki taştan ibaret yontusunu “Kaldırın bu ucubeleri”  emrini  vermek nasıl izah edilebilir acaba?

Bütün bu tezatlar ve çelişkiler zincirini daha da uzatmak mümkün. Ancak insanımızın söylemleri ile eylemleri arasındaki makasın kapanması için daha çok zamana ihtiyaç var sanırım.

Bu insanoğlunun var olan kuralların sadece kendi dışındakileri bağlaması gerektiği biçimindeki yargı ve yanılgıdan kurtulana kadar sürecek herhalde.

ARADA BİR İSTANBUL / BOĞAZ TURU

İstanbul ve boğaz her zaman birbiri ile bütünleşmiş ve birbirini hatırlatan iki sözcük olarak yer alır hep zihinlerde. Boğazı gezip görmeden İstanbul’u tanımak ve anlamak neredeyse imkansız gibidir. Ömrümün yarısından fazlasını İstanbul’da yaşamış biri için ise boğaz belki giderek sıradanlaşan bir görüntü haline geliyor.

En son boğaz gezisini sanıyorum 7-8 yıl kadar önce Kadıköy’de oturduğumuz sırada eşim Nuray ile birlikte gerçekleştirmiştik. Boğaz turu için bindiğimiz adına tekne, motor, gemi,vapur sözcüklerinden hangisi ile tarif edeceğimizi bilemediğimiz araca bindiğimizde neredeyse  kulakları sağır edercesine yüksek volümlü ve son derece bozuk cihazlar aracılığı ile aktarılan müzikten   adeta kulaklarımız sağır olmuştu. Eve geldiğimizde bile müziğin dayanılmaz kalıntılarının kulaklarımızda izi vardı. Keyif almak için çıkılan bir tur herhalde ancak böyle bir gürültü ile zulüm haline getirilebilirdi.

Okul arkadaşım Nuri Erkmen ve eşi Hüsniye hanım yine bir boğaz gezisi yapmayı önerince  “İnşallah 7-8  yıl önceki gürültü işkencesi tekrarlanmaz” düşüncesi ile bir boğaz turu daha yapmaya karar verdik. Osmaniye’den kalkıp ve evimizin yanından geçen Halk otobüsü Eminönü’ndeki bizi tur motorlarının hemen yanına kadar götürdü. Şubat ayının12. günü olmasına karşın hava çok soğuk sayılmazdı. Saat 11.00 den başlayarak hemen hemen birer saat ara ile yapılan turların ilk seferini yapan araca bindik. Neyse ki korktuğum başıma gelmedi. Araçta    müzik yine olmasına rağmen rahatsız edici boyutta değildi.

Soldan işleyen deniz trafiği güzergahı izlenerek Dolmabahçe ve Çırağan saraylarının yanından süzülerek ilerleyen tur motorumuzdan   kendi kaderine terkedilmiş içinde belki düne ait bin bir anı yaşanan Savanora yatını ve şu sıralar taraftarlarını pek mutlu edemeyen Galatasaray takımının adasını selamladık. Sanki oyuncak arabalar halinde akıp giden araç araçlara zemin oluşturan köprülerin altından geçtik. Rumeli Hisarının muhteşem görüntüsünü de izledikten sonra hemen onun ilerisindeki ikinci köprü dediğimiz Fatih Sultan Mehmet köprüsünün altından bir U dönüşü yapan teknemiz bu kez boğazın karşı kıyılarındaki güzelliklerle bizi baş başa bıraktı.

Dönüş istikametinde restore edilmek üzere giydirilmiş Kuleli Askeri Lisesini, Beylerbeyi sarayını görme fırsatı bulduk. Şu anda hatırlayamadığım birçok keyif verici görüntüyü de yaşadıktan sonra motorun Üsküdar’a yanaşmasını fırsat bilerek rutinin dışına çıkıverdik ani bir kararla.

Her ne kadar Marmaray inşaatı dolayısıyla Üsküdar meydanının görüntüsü biraz  çirkinleşmiş olsa da bu sahilde bir gezinti yapma isteğinden bizi alıkoyamadı. Mihrimah sultan camisi ile kız kulesi arasındaki mesafede bir gezinti yaptıktan sonra tekrar vapura binerek geziye başladığımız noktaya geldiğimizde saatler 14.00 gösteriyordu ve karnımız da iyice acıkmıştı. Hemen oracıkta “Kalyatai-i Barbaros” teknesinin üzerinde ızgaraya konup pişirilip satılan üç tarafı denizlerle çevrili ülkemin balıklarından değil de muhtemelen Norveç Uskumrusu olabileceğini tahmin ettiğim ve oldukça da lezzetli bulduğumuz balıklardan yedik. Evlerimize gitmek üzere   hemen yandaki otobüs durağına yöneldik.

İstanbul, boğaz, arkadaşlar ve gezi, gerçekten her şey çok güzeldi. Belki de biz güzeli bakmak ve güzeli görmek üzere yola çıkmıştık. Oysa “Ucube” aramak için çok uzaklara gitmeye de gerek yoktu. “Gökkafes” ten başlamak üzere o doğal doku ile uyuşmayan yapıları, kenardan kenardan başlayıp yeşili yok ederek oluşturulan betonlaşmayı makinemin objektifi gördü ama ben hiç görmek istemedim o gün. Çünkü bu ucubeler “Kaldırın yıkın buradan” demekle yok olacak özellikte değildi. Gariban bir sanatçının eseri de değildi. Bunlara yıkın diyeceklerin gözleri önünde, belki de onların katkısı ile ortaya çıkmıştı bunlar. Dedim ya biz onları hiç görmedik, biz hep güzel şeyleri gördük o gün.

BENİM EVLERİM / BİZİM EVLERİMİZ

Tekirdağ İli, Hayrabolu İlçesi Muzruplu köyünde dünyaya gelmişim. Resmi kayıtlarda her ne kadar doğum tarihim 15.06.1950 olarak yazılı ise de anam ısrarla ”Ben onu bunu bilmem.Bu gün gibi hatırlıyorum sen Adnan Menderes başa geçtiği gün doğduydun” diyor. Bu hesaba göre de ben 14 Mayıs 1950 doğumlu oluyorum. Topraktan (kerpiçten)yapılmış ve  kapılarının hepsinin açık bir hole açıldığı birbirine bitişik üç odadan ibaretti evin tamamı. En baştaki odaya biz aşmek evi derdik. Aş ve ekmek odası yani mutfak işlevini de gören bu oda galiba evin en büyük odası idi. Ortada günlük oda dediğimiz bölüm vardı. Diğer yandaki odaya ise biz “soba” derdik ki bu da misafir odası demekti.  Buraya pek girilmez dantelli örtüler renkli kilimleri ile gerçekten misafir odası idi. Daha sonra bu yapılara değirmen ve bir de bakkal dükkanı eklenmişti. İlk bakışta şartların iyi gibi görünmesine karşın okul çağına gelmemizde köyde okul olmaması  buradan göçmemizin en önemli nedenini oluşturacaktı.

Doğduğum ve 5-6 yaşına kadar çocukluğumun geçtiği evden o günlerde anne ve babamın çektirdikleri gelin-damat resminin arkasındaki  fon, annemin evin arkasındaki bahçede o günlerin belki de tek eğlence aracı olan tahtarevalli ile oynarken ve evin fırınını ateşlerken çekilen görüntülerin dışında bir şey kalmadı elimde.

1956 Eylül’ünde Muratlı ilçesindeki evimize göçtüğümüzde ev iki odadan ibaret toprak bir yapı idi. Daha sonra her yıl ihtiyaçlar doğdukça  bu yapının sağına soluna arkasına yine topraktan ilaveler yapılıyordu. Baş kısımdaki ilave Fikret amcam için yapılmıştı. Daha sonra adına indirme ya da sundurma dediğimiz eklentilerle ilgili çalışmalar her yıl bizim için bir rutin haline gelmişti. Yan taraftaki arsada kendimiz biraz kerpiç kesiyor, onlar kuruduktan sonra çamurla duvarları örülüyor, birkaç tahta parçası ile üstü kapatılıp kiremitlerle de üstü örtülünce en azından bir oda veya bir bölüm kazanılıyordu.

Tabi kiremitler eski ve yetersiz kaldığı için özellikle yağmurlarda odaların çeşitli yerlerinden adeta serum damlacıkları gibi damlamaya başlıyordu. O sıralarda bunun için en pratik çözüm geniş tepsileri ve leğenleri akan yerlere koymaktı. Çeşitli tonlardaki tıp tıp seslerinin ritmik vuruşu ise hala kulağımdadır.

Daha sonra yeni yaptırdığımız eve taşınınca indirme ve sundurma gibi bölümlerden başlayarak çıkan tahtaları yakacak olarak kullanmak için sökme ve yıkma işlemleri meşgalemiz olmaya başladık Daha önce nasıl her yıl  bir bölüm ekliyorsak şimdi de her yıl bir bölüm yıkılıyordu. Ailemizde birçok kişinin acı tatlı hatırasını taşıyan, Dinçer’in çocukluğunda o zaman var olan atımız üzerinde çekilen resme fon teşkil eden bu yapı altmış yıla yakın geçmişi ve kalan kısımları ile adeta zamana meydan okuyordu.

ev1

Öğretmenliğe başladığım Hayrabolu ilçesinin Karabürçek köyünde de imamla birlikte kaldığımız toprak ev bir yerde benim doğup büyüdüğüm evlerle aynı özellikleri taşıyordu. O bakımdan iki yıllık yaşantım fazla yadırgamadan gayet mutlu biçimde geçmişti bu evde.

ev2

Askerlik eğitimi sonrası geldiğimiz Çanakkale Okuma yazma okulunda geçici bir süre bizden önceki arkadaşlarımızın kaldığı evde kaldık. Daha sonra sürekli yemek yediğimiz Trakya lokantasının üstündeki bir dairede 5-6 kadar bekar arkadaş birlikte kaldık.

Zonguldak İli Devrek İlçesi Gökçebey bucağı,Hacımusaköyü,Herkime mahallesi İlkokulunda çalışırken 8 metrekarelik müdür odası Nuri ile bizim zorunlu barınağımızdı.Bu minik odanın içinde şekilleniyordu dünyamız. Odanın  penceresinin dış kısmındaki çiçeklerimiz de günlük hayatımızın bir parçası idi.

ev3

İstanbul Beykoz Bozhane yetiştirme Yurdunda birlikte çalıştığımız Nusret’le ikimize ayrılan kaloriferli oda belki de şimdiye kadar kaldıklarımız içinde en konforlu ve rahat olan barınağımızdı.

ev4

İstanbul Atatürk Eğitim Enstitüsüne gidince benden önce 5 arkadaşın tuttuğu yarı bodrum bir eve  6. kişi olarak katıldım. Yaz tatilinde bir gün gittiğimde evin bütün bölümlerinin sular altında kaldığını görünce her biri Anadolu’nun çeşitli illerinde olan arkadaşlara durumu söyledim. Onlar evi değiştirme yetkisini bana verince yine aynı çevrede galiba adının “Yayla apartmanı” olarak hatırladığım apartmanının yüksek girişini kiraladık. Önce “Öğrenciye, bekara vermem” diye  nazlandıysa da yaptığım öneri ve güven verici teminatlar sonucu evi  tutmayı başardım. Bu evde okuldan mezun oluncaya kadar sayısı duruma göre 6,7,8 civarında olan arkadaşlarımızla birlikte kaldık.

Urfa’da çok kısa bir süre kaldığımız için ev tutmayarak Halk Eğitim Merkezinde 5-6 bekar arkadaşla birlikte bize ayrılan odada kaldık

Tekirdağ’a geldiğimizde bir kaç kararsızlık ve iptalden sonra nihayet Peştamalcı caddesinde Hasan Çıkırıkçıoğlu’na ait bir apartmanın 5.katında 35-40 metrelik teras katını tuttuk.  Ev iki küçücük oda ve mutfaktan ibaretti ama o günler için bizim ihtiyacımızı karşılıyordu. Bu ev aynı zamanda bekarlığa vrda ederek değerli eşim Nuray ile tuttuğumuz ve aile kimliği oluşturduğumuz evdi. Yani bundan sonra barındığımız yerler evim değil,evlerimiz olacaktı.

Kaldığımız katın bir alt katı boşalınca biz hemen oraya taşındık. Evlerin sahibi aynı kişi olduğu için birde bir kat alt olduğu için taşınmak problem olmadı.  Burası öncekiye göre biraz daha büyüktü. 50-60 metrekare olan yeni evimizde bir de çocuğumuz olduğu için kömür sobası kurmak zorunda kaldık. Fakat bu defa da kömür koyacak yer yoktu. Apartmana yaklaşık 100 metre kadar ilerde bir tanıdığın almış olduğu metruk bir eve kömürlerimizi koyduk. Her akşam oradan en az iki kova kömürü getirerek 4. kattaki evimize çıkarmak benim görevimdi. Ayrıca Tekirdağ’da şehir suyunun düzenli akmadığı günlerde kömür deposuna yakın bir  sokak çeşmesinden bidonlarla su taşımak da benim sorumluluğumdaydı. Bütün bunlara rağmen o günler belleğimizde tatlı bir anı olarak saklı durmaktadır. Ev sahibimiz Hasan Çıkırıkçıoğlu şu anda hayatta değil ama eşi Münevver hanım ile hala samimi ilişkilerimiz devam etmektedir.

Kahramanmaraş’a tayinimiz çıktığında önce ben gittim. Ev bulmak gerçekten zordu. Sınıf arkadaşımız Mustafa Günaslan’ın tutuğu evin yanında onun evine bakarken hemen bitişiğinde emekli İlköğretim Müfettişi Muzaffer Arı ile tanıştık. Kendisinin yardımı ile hemen kendi sokaklarının karşısında Meliha Kocabaş adında emekli bir öğretmenin evini tuttuk. Ev arka sokaktan bakıldığında bir kat, önden yani bahçeden bakıldığında ise iki kat görünüyordu. Kod farkından dolayı arka taraf yarı bodrum sayılırdı yani. Üst katında ev sahibi kendi oturuyordu. Alt katı da Muzaffer beyin ısrarı ile bize verdi. Evin girişi arkadandı Önünde de gayet güzel bir havuzu ve bahçesi vardı. Belki de ben zeytin,kayısı,kiraz,incir ağaçları ile gül ve diğer çiçeklerle bezenmiş olan bahçesine vurulmuştum. Evin arka cephesindeki bölümleri depo ve kömürlük olarak kullanıyorduk .Ön tarafa bakan üç oda kullanıma en uygun bölümdü.

ev6

1984 Aralığında ikinci çocuğumuz doğunca ev bize yetersiz gelmeye  başlamıştı. Birde tayin isteklerimizden ümit kesmeğe başladığımızda yeni bir eve taşınma gereği duyduk Şehir Merkezine daha yakın Bahçelievler semtinde 4 katlı bir apartmanda üç oda bir salondan oluşan yeni bir daireye taşındık. Kahramanmaraş’ta İstanbul’a gelmeden önceki son yılımızı da bu evde geçirdik.

İstanbul’la geldiğimizde özellikle kiralık ev sıkıntısı had safhada idi. Bugün olduğu gibi emlakçıların camlarında sıra sıra kiralık ev ilanlarına hiç rastlanmıyordu. Eş dost tavsiyesi ile Bakırköy’ün Osmaniye mahallesinde Berk apartmanında  Ahmet amcanın evini neredeyse Nuray’ın bir maaşı karşılığı bir ücrete kiraladık. Onun maaşından kalan miktar ve benim maaşla  geçinmek ve kooperatif taksitlerini ödemek için çok sıkı mali politikalar uyguluyorduk. Ahmet amca ile her yıl için yüzde otuz kira artışında anlaştık ve kontrata da bunları geçtik. Ahmet amcanın evinde 7-8 yıl oturduk. O zamanlar özellikle kiralardaki fiyatlar  son hızla artıyordu. Ahmet amcanın kirada üç dairesi vardı. Sık değişen kiracılar sonunda bazen yıllık yüzde yüze varan artışlar oluyordu. Bu durumda bizim yüzde otuzluk artışlarımız bile çok gerilerde kalıyordu. Ahmet amcanın talepleri karşısında bazen altı ayda bir ve yüzde otuzun üstüne çıkabilen artışlar yapmak durumunda kalıyorduk. Tam Nasrettin Hoca fıkrası gibi yani  herkes kendince haklıydı.

Yine Osmaniye’de bulunan ve şu an hala oturmakta olduğumuz evi 1993 sonbaharında aldık. Babam o zaman kiracı çilesinden bıktığı Muratlıdaki dükkanını satarak bunun parasını bize verdi. Bunun üzerine biraz da borçlanarak artık kendi evimizde oturmanın keyfini sürecektik. Mevcut paramızın üstüne borçlanmayı döviz cinsinden yaptığımız için meşhur 5 Nisan kararlarından bizde üzerimize düşen dersi aldık. On aylık zaman aralığında 13 liradan aldığımız doların en son kısmını 38 liradan ödeyerek neredeyse yüzde üç yüzlük tarihi bir rekora imza attık. Ama Neticede 1994 Haziranında emekli olan Nuray’ın emekli ikramiyesini de kullanarak bütün borçlarımızı kapattık. Artan para ile de sadece bir bulaşık makinesi alabildik.

Kiracılık artık sona ermişti. Herhalde bunun sıkıntılarını çocuklar her ay yapılan hesaplamalardan da hissetmiş olacak ki küçük oğlum ”Kapının zilindeki ismimizin altına ev sahibi yazalım” dediğini hatırlıyorum.

2000 yılında çocuklarımızın her ikisinin okullarının Anadolu yakasında olması dolayısıyla ulaşım sorununu en asgari seviyeye taşımak adına dört yıllık bir süre için  Kadıköy’de Marmara Üniversitesine yakın bir  ev kiraladık. Bu bizim aynı anda hem ev sahibi hem de kiracı kimliğini birlikte taşımamızı sağladı. 9 katlı Altınsoy apartmanının 4. katındaki 10 numaralı evimizde yaşadığımız günlerin belleğimizde çok özel ve çok farklı yeri vardı hep.

Çocuklarımızın okullarla olan ilişkisi sona erip  her biri kendi istikametinde iş hayatına atılınca 4 yıl ayrı kaldığımız Bakırköydeki kendi evimize döndük.  Halen de bu evimizdeki yerleşikliğimiz  devam etmektedir.