BİR AVUÇ EMEKTAR/EMEKLİ

Armutluda iki haftalık bir dinlenme süreci yaşarken Zilfer Dizman arkadaşımın 25 Kasımdaki buluşma organizasyonundan haberdar olunca heyecanla o günün gelmesini beklemeye başladım. “Ne olur ne olmaz”diyerek deniz otobüsü biletimizi de birkaç gün önceden almıştık. Beklenen gün gelip de hareket için iskeleye geldiğimizde hava muhalefeti nedeniyle seferin iptal edildiğini öğrenince hem şaşırdık hem de üzüldük. Ama bir kere niyetine girmiştik muhakkak bir yolu olmalı diyerek yolu biraz uzatmak pahasına da olsa  Yalova üzerinden feribota ulaşıp İstanbul ile kendimizi buluşturduk. Yani bir saat yerine 4-5 saatlik bir yolculuk yapmak zorunda kaldık.

Akşamın ilerleyen saatlerinde geçen yıl olduğu gibi Avcılar öğretmenevine geldiğimde birçok emekli ve emektar arkadaşımın salonda yerini almış olduğunu gördüm. Ben de uygun bir yere konuşlandım. Öğretmenler günü nedeni ile sağımızdaki ve solumuzdaki masalar, kadınlı erkekli ve yaşları bizlere göre hayli genç olan öğretmen grupları tarafından dolmaya başlamıştı. Ben  o masalara bir baktım. Gerçekten her rengi ayrıca da gençliği içinde barındıran bir bahar havası esintisi vardı. Sonra bizim masaya bir baktım biraz daha gri ve ak saçlılarla yok saçlıların ağırlıkta olduğu bir sonbahar,bir hazan  manzarası gözlemledim. Ama şükür ki gamlı hazan değil, mutlu ve neşeli bir hazan vardı gecenin atmosferinde. Etraftaki masalarda oturanların kafasından ”Bunların burada ne işi var?” gibi bir duşünce bile geçmiştir belki. Ama bize bakarak geleceklerini görmelerini sağlamış oluruz diye kendimi avuttum.

Gece iyi geçti. Mail adresleri, telefon numaraları alındı verildi. Peçetelere yazılan istek şarkılarına eşlik edildi. Cesaretleri ve yetenekleri olanlar pistte kurtlarını döktü. Gecenin ilerleyen saatlerinde Turan Çukurluöz arkadaşımızın memleketinden getirdiği leblebi ve fıstık karışımının lezzetine baktık.Vakitlice gelip vakitlice gitmenin de bir erdem olduğunu düşünerek,biraz da meydanı gençlere bırakmak adına mutlu bir geceyi arkamızda bırakarak mekandan ayrıldık.

Avcılar öğretmenevine giderken metrobüsü kullanmıştım .Dönüşte ise Nazım Akyıldız arkadaşım arabası ile beni evime kadar bıraktı. Yolculuk süresince bir taraftan hem Nazım, hem de araçtaki diğer emektar arkadışımız Ahmet Doğanay ile laflarken bir yandan da giderek yaşlandığımız ve yalnızlaştığımız düşüncesine kapıldım. Bizi önceleri yüzlerce kişi uğurlamıştı. Daha sonra geçen yılki organizasyonda bu sayı 25-30 lara, bu yıl da 15 lere düşmüştü. Gelecek yıl her halde buluşmalar tek basamaklı sayılarla ifade edilecek diye düşündüm. Daha sonra da yalnızlığın ve yaşlılığın gerçek  yüzü ile tanışmaya sıra gelecek  şeklinde bir düşünce kapladı benliğimi.

BENİ KÜÇÜK ŞEYLER MUTLU –YA DA MUTSUZ- EDİYOR

Son 3-5 yıldır yılın büyük bir bölümünü geçirdiğimiz Altınoluk hala bizim gözümüzde çekiciliğini koruyor. Biz özellikle ilkbahar ve sonbahar mevsiminin Altınoluk’a daha fazla yakıştığını düşünüyoruz. Bu mevsimlerde biraz daha sakin, biraz daha  fazla bize aitmiş gibi geliyor. 2011 baharında Altınoluk’a geldiğimizde bu güzellikleri doyasıya yaşadık diyebilirim.  Blogtaki “Altınolukta bahar” yazısını o günlerde yazmıştım.

Bu yıl Altınolukta dikkatimi çeken bir başka görüntü de beldenin merkezi yerindeki bilborda asılmış bir tanıtım reklamı idi. Geniş çerçeve içinde ön planda beldenin şu anki belediye başkanı, arka planda da beldeye ait bazı bölgelerde yapılan çalışmaların resimleri yer alıyordu.Alt kısımda da bu görüntüyü özetleyecek “Söz verdik yapıyoruz” ibaresi vardı. Gerçekten hem resimlerdeki görüntüden hem de bizzat yapılan çalışmaların yerinde gözlenmesinden iddialı ve oldukça büyük kaynakların harcandığı bir proje izlenimi veriyordu. Kendimizi sonradan olma Altınoluk’lu saysak da böylesine bir çaba karşısında sevinmemek, heyecanlanmamak olası değil. Çünkü bana göre Altınoluk her şeye layık ve oraya yapılan her şey eminim ki çok yakışır.

mutlu1

Fakat benim asıl söylemek istediğim ise beni Altınoluk’ta böylesi büyük işler yanında küçük şeylerin de mutlu ya da mutsuz ettiği gerçeğidir.

Özellikle ilkbahar ve sonbahar mevsiminde en çok keyif aldığımız şey evimizin bulunduğu yerden sahile inerek sahil boyunca denizle çakıl taşlarının birleştiği bantta oluşan sahil şeridinde yaklaşık yarım saatlik yürüme egzersizleridir. Bu yürüyüşler sırasında körfezin maviliğini,kaz dağlarının yeşilliğini içinize doyasıya sindirebiliyorsunuz. Bu arada denize sıfır olarak yapılmış muhteşem villalar da bu güzelliğin hem parçası hem de  şanslı birer paylaşıcısı olarak yanı başımızda yer alıyor. Fiyatları tahmin edemeyeceğimiz kadar bol sıfırlı olup, her birinin bekçisi ve bahçıvanı olan bu villaların her bahar yaptıkları temizlik,bakım, onarım sonucu çıkan artıklarını hemen sahile yığıvermelerini bir türlü anlayabilmiş değilim. Körfez  ve villalar arasında bu iki güzelliğin bir parçası olan bu bölüme bu taş,ağaç, ot,tuğla ,fayans v.b tamirat temizlik maddesinin atma irade ve zevksizliğini açıklamakta gerçekten zorlanıyorum.

mutlu2

Bütün bunların yapılışı sırasında yapan kişiye bunun nedenini  sorduğumda  “Merak etmeyin kurusunlar yakacağız” gibi çok da saçma bir cevabı almak insanı daha fazla şaşırtıyor. Gerçekten yaktıklarını görüyoruz ama gerek yakma sırasında ve gerekse yaktıktan sonraki görüntü bu güzelliğe yakışan bir görüntü olmaktan çok uzak kalıyor. İşte beni bu küçük şeyler mutsuz ediyor demekte haksız mıyım?

mutlu3

Altınoluk’un ve sahillerin olmazsa olmazları arasında bölgeye ve insanlara hizmet veren çay bahçeleri ve  şimdiki adıyla cafeler yer alıyor.Gerçekten bir çoğu kaliteli hizmet açısından gereken özeni göstermekle birlikte bazılarının belki de her yıl isim ve işletmeci değişiminden kaynaklanan kurumsallaşamama sonucu bu ortak güzelliği zedeleyici görüntülerine de tanık olmaktayız. İnsan ister istemez bu tesislerin belli bir standardı yok mudur? ,boş şezlongları ile sahilin denizin başladığı kısmına kadar yayılabilirler mi? Estetik ,fiyat,hijyen ve benzeri konularda bunların uymaları gereken bazı kurallar yok mudur? diye düşünmekten kendini alamıyor.

mutlu4

Altınoluk sahilinin –belki bizim kısma özgüdür- bir diğer bir garip görüntüsü de şemsiye sabitleme alışkanlığıdır. Bahar ile birlikte tek tük başlayan yaz sezonunda adeta doruk noktasına ulaşan bu furya başlı başına bir görüntü kirliği oluşturmaktadır. Bu işin iyice abartılarak özel hazırlanmış demir kazıkların balyozlarla çakılmasından tutun dibine beton dökülerek sağlamlaştırma ve adeta yıllarca kalıcı hale getirtme çabalarına da rastlayabilirsiniz. Bir saatlerce,günlerce öylece sahipsiz bekleyen bu bezli kazıkların etrafına sıkı sıkıya sarılan iple birlikte sandalye, şezlong,hasır,sehpa aksesuarlarının da olduğunu belirtirsem manzaranın alaturkalığını biraz daha tahmin edebilirsiniz. Görüntünün garipliği bir yana sabahın erken saatlerinde ya da akşam serinliğinde yürüyüş yapmak ya da denize girmek istediğinizde onlarca insansız şemsiye ormanında adeta adım atmakta bile zorlanabilirsiniz. Çoğu tanıdığımız, komşumuz olan bu kişilere sorduğumuzda “Herkes yapmış ben de yaptım ya da senin elini tutan mı var sen de yap” bir cevabın yalın doğruyu yansıttığını ancak hiçbir  işe yaramadığını kabullenmek durumunda kalıyorsunuz.

mutlu5

Galiba güzeli görmek ya da güzelin parçası olmak durduğunuz veya bulunduğunuz yer ile ilgili bir mesele. Ben sahile indiğimde hep manzaranın bütününe bakmak isterim. Nasıl ki bir yağlı boya tablosunu seyrederken ya da bir film izlerken görüntünün uzağında olmak gerekiyorsa sahilde de hep deniz ile arama durum elverdiği ölçüde mesafe koymak isterim.Bu bakımdan hemen denizin dibine adeta ayaklarını suya sokarcasına hasırını,sandalyesini, şemsiyesini hazırlayıp konuşlanıverenleri de doğrusu anlamakta zorlanıyorum. Oysa arkada kalan boşluğa çekilmeleri  halinde hem ilahi ressamın elinde çıkmış olan o kusursuz manzara bütün ihtişamı ile herkesin gözünde ve gönlünde yer alacak hem de arkadan denize girmek üzere gelenler ya da sahil şeridinde yürüyenler kendilerine sürtünerek bu çabalarını gerçekleştirmek zorunda kalmayacaktır diye düşünmekteyim

Alışılmış ifade ile acaba ”Eğitim şart” diye mi bitirmek lazım bu yazıyı bilemiyorum. Evet bunlar hepsi belki küçük şeyler. Evet küçük şeyler de insanı mutlu ya da mutsuz etmeye yetiyor. Ayrıca bunların sağlanması için de öyle çok büyük kaynak falan da gerek miyor. Kararlı bir irade, etkin bir denetim ve gerektiğinde ödünsüz bir yaptırım mutsuzlukların sonunu, mutlulukların başlangıcını getirecektir umarım.

Yazımızın girişindeki “Söz verdik yapıyoruz” ifadesine bir gönderme yapıp “Biz de oy verdik bekliyoruz hem de küçük şeyler de olsa” diyerek noktayı koyalım.

YANIBAŞIMIZDA FARKLI BİR DÜNYA/VELİEFENDİ

Yaklaşık 25 yıldan beri oturmakta olduğumuz Bakırköy/Osmaniyenin hemen yakınındaki Veli efendi Hipodromuna çok az gitmişizdir. Daha çok bazı araçlarda yolculuk yaparken “Hipodromun oradan dönelim” ya da “Veliefendiden geçer mi? şeklindeki diyaloglara konu olmuştur yanıbaşımızdaki farklı dünya. Oysa Veliefendinin 625 dönümlük bir arazi üzerine kurulmuş Türkiye’nin en büyük at yarışı meydanının adı olduğunu yeni öğrenmiş bulunuyorum.

yarış1

Bu arada bu en az yüz yıllık tesise adını veren Veliefendi’nin bu büyük arazinin ilk sahibi ve Şeyhülislam Veli efendi olarak bilindiğini de hatırlamakta yarar var. Geçmiş zamanda daha çok atlı cirit gösterilerini yapıldığı bu alanda daha sonra at yarışlarının yapıldığını biliyoruz. Tabi ki Şeyhülislam Veliefendinin at yarışlarına neyse de  korkunç miktarda paranın döndüğü bahis oyunlarının oynandığı bir alana kendi adının verildiğini öğrenseydi bu gün ne  düşünürdü bilemeyiz.

yarış2

26 Haziran günü yıllardan sonra küçük oğlumun teklifi ile Veliefendinin yolunu tuttuk. Evimizden 5-10 dakika yürüyünce kendinizi zaten hipodromun büyük giriş kapısının önünde buluyorsunuz. Her yıl geleneksel olarak yapılan ve Dünya literatüründe de yeri olan Gazi koşusunun yapılacağı bilgisi  beni daha istekli olarak bu alana sürükledi diyebilirim.

yarış3

Günün koşu programı saat 14.30 başlıyordu.çeşitli mesafelerde 8 koşu vardı. Gazi koşusu 6. Koşu olarak koşulacaktı.İlk koşu bayan jokeylerin bindiği atlarla gerçekleştirildi. Daha sonra sırası ile diğer koşuları izledik. Fakat beni koşulardan çok orada koşuların dışında oluşan bambaşka bir dünya etkiledi. Saati gelen yarış koşulmaya başladığında önce sessiz ve sakin bir havanın sürdüğü tribün atların bitiş çizgisine yaklaşması ile birden herkesin ayağa kalkarak birbirine karışan ”Yürü be” ,”Hadi aslanım”. “Koşsana be” bağırtıları büyük bir uğultu halini alıyor ve yarış her zaman olduğu gibi tek bir atın birinci olması ile sonuçlanınca da bu defa “Tüh be yaktın beni”  feryatları arasında,  hemen yakılan sigaraların dumanı arasında bir sonraki koşunun  dersleri için ellerde bulunan  bülten yada puanlı denen o birkaç sayfalık yayın organına odaklanıyordu insanların çoğu. Bu hengame içinde ne umutlar ve ne hayaller kuruluyor belkide ne ocaklar sönüyordu. Karşıdaki büyük panodada ganyan, tek, ikili nin yanında koşan atlara ait bahis oranları  dijital ekrana yansıyordu. O gün beni davet eden Gençer’e bu yarış,  yeme, içme, bahis falan derken nerden baksanız 70-80 liraya mal oldu diyebilirim.

yarış4

Gazi koşularının ilkinin 1927 yılında Ankarada yapıldığını, bu koşuda 4 atın yarıştığını ve o tarihten bu yana da düzenli olarak bu organizasyonun sürdürüldüğünü bu arada öğrenmiş bulundum. 1927 yılındaki ilk koşuyu Ali Muhiddin Hacı Bekir’in sahibi olduğu Neriman isimli at kazanmış. Bu yılki gazi koşusunda 22 at yarıştı.Yarış öncesi koşunun önemine uygun bir seramoni gerçekleştirildi. Bu yarışın önemli bir özelliği de sadece 3 yaş ile sınırlı saf kan İngiliz atlarının hayatlarında sadece bir kez koşmak durumunda olmaları imiş.  Bu da yarışan atlar için hem bir fırsat hem de bir prestij haline geliyor. Bu koşunun önemine paralel olarak da izleyici sayısı hayli fazla idi.7-8 bin kişilik tribünlerin tamamının dolduğunu söyleyebilirim. Koşunun yapılmasına az bir süre kala bacanağım Mustafa Eraslan ve kızları Şeyda ve Cansu da aramıza katıldı. Saat 17.15 başlayan yarışı Osman Hattat’ın “ANATOLY” adlı atı Jokey Halis Karataş’ın biniciliğinde kazandı. Tabi bu yarışın prestiji kadar ödülününde büyük olduğunu hemen belirtmeliyim. Bu yılkın birincilik ödülü 850.000 TL olmakla birlikte diğer ödüller eklendiğinde bu miktarın 1.400.000 TL.ye yaklaştığı da belirtiliyor.

yarış5

Tüm bunların ardından güzel geçirdiğimiz bir günün keyif dolu saatlerini arkada bırakarak Veliefendi’den ayrıldık.

SEN/BEN VE ÖTEKİ BEN’LER(3)

SEN-Bak gördün mü akşam gittiğimiz komşuları. Bulaşık makinesine bulaşıkları hep …..hanımın eşi  yerleştiriyormuş. Ayrıca balığı da o pişirdi. Belki de salatayı da o yapmıştır. Hanım ise sadece tabakları kaşıkları  koydu o kadar. Bunlardan bir ders çıkarabildin mi?

1.BEN(Normal Ben)–  Hiç telaşa mahal yok.Tabi gereken her durumda gereken her şey yapılacaktır. Sen sadece hatırlat yeter.

2.BEN(İlkel Ben)– Bulaşık makinesine tabak çanak yerleştiriyormuş… onu yapıyormuş bunu yapıyormuş. Bulaşıkları makineden çıkarıyor muymuş. Çamaşırları makineye koyup yıkandıktan sonra çıkarıp asıyor muymuş? Onu niye sormadın muhakkak onları da yapıyordur. Biraz daha zorlasanız belki adama çocuk bile doğurtursunuz siz .Hep işinize gelen örnekleri burnumuzun dibine koyuyorsunuz. Karşı komşunun karısı bulaşıkları da çamaşırları da elde yıkıyor. Üstüne üstlük 3 çocuğa da bakıyor hem de gıkı bile çıkmıyor. Siz de ondan ders alsanıza…..

3.BEN(İdeal Ben)– Hakikaten   … Beyin bulaşıkları bulaşık makinesini yerleştirerek eşine yardımcı olması çok güzel. Birbirini seven insanların birlikte yaşanılan hayatı kolaylaştırmak ve kaliteli hale getirmek gibi bir yükümlülüğü olmalı. Ve bu yükümlülüğü de zevkle yerine getirmeliler. Elbette ben de senin için aynı şeyi seve seve yaparım.Böylelikle birbirimiz için çok daha fazla zaman ayırmış oluruz. Bunu bu örneğe ve gözleme gerek kalmadan niye fark edemedim acaba….

 

NOT: Yazıda sözü geçen kişi ve olaylar gerçek dışı olup tamamen kurgusaldır.

SEN/BEN VE ÖTEKİ BEN’LER(2)

SEN- Hemen televizyonu aç. Başka şey bildiğin yok. Televizyondaki haberler benden daha mı kıymetli yoksa? Bana söyleyecek ya da bizim konuşacak hiçbir şeyimiz kalmadı mı?…/Aç bari şu televizyonu sen nasılsa bir şey konuşmazsın bari bir dizi falan izleyelim. Dur Muhteşem yüzyıl varmış onu izleyelim madem…bak gördün mü Kanuni Sultan Süleyman Hürrem’e, Sadrazam Pargalı Damat İbrahim paşa Hatice Sultana nasıl iltifatlar yapıyor. “Benim birlikte olduğum, sevdiğim, parıldayan ay’ım, can dostum, en yakınım, güzellerin şahı sultanım. Hayatımın, yaşamımın sebebi cennetim, kevser şarabım. Baharım, sevincim, günlerimin anlamı, gönlüme nakşolmuş resim gibi sevgilim, benim gülen gülüm. Sevinç kaynağım, eğlenceli meclisim, nurlu parlak ışığım, meşalem. Turuncum, narım, narencim, hayatımın aydınlığı. Gönlümdeki Mısır’ın sultanı, varlığımın anlamı, İstanbul’um, Karaman’ım, Bütün Anadolu ve Rum ülkesindeki diyara bedel sevdiğim.” Sözleri gibi her dizide 20-25 çeşit iltifat sayıyorlar. Sen niye yapmıyorsun. Tabi ki sevsen yaparsın. Ama insanın içinden gelmeli. İçinden gelmeyince sevmeyince nasıl söyleyeceksin ki?

1.BEN(Normal Ben)–  Benim için hiç önemli değil televizyonu açabiliriz de kapayabiliriz de. Ayrıca Kanuni Sultan Süleyman’ın da Pargalı’nın da iltifatlarını benim tarafımdan aynen sana yapılmış sayabilirsin.

2.BEN(İlkel Ben)– Hayret bir şey yahu televizyonu açsan bir türlü açmasan bir türlü.Açsan da kabahat açmasan da kabahat. Bir de Hürrem çıktı başımıza. Ben Sultan Süleyman ya da Pargalı İbrahim değilim. Sen de Hürrem ya da Hatice sultan değilsin. Bizim evimiz Topkapı sarayı değil, Bahçemiz de Has bahçe değil. Bizim odalar da harem odaları değil. Ayrıca bizim hayatımız da dizi değil. Adamlar iltifatları sayfalar dolusu yapar ama öte yandan haremde kimin kiminle halvet olduğu belli değil. İşin o kısmından hiç kimse bahsetmiyor ama. Ne zaman başkası gibi olma karşılaştırmalarının girdabından çıkıp kendimiz gibi olma zenginliğimizi fark edeceksin bilemiyorum…

3.BEN(İdeal Ben)– Televizyon da ne demek? Elbette ki sen benim için her şeyden ve herkesten önemlisin. Ben seninle saatlerce konuşsam yine bıkmam. Beraberliğimizin, birlikte sohbetimizin değerini ben hiçbir şeyle kıyaslayamam. Tabi nasıl istersen istediğin sevdiğin dizi varsa onu da izleyebiliriz. Aaaa o iltifatlar mı? Senin kendi varlığını o kelimelerle sınırlamana şaşarım. Onların sarfetttiği ve sarfedeceği kelimelerin tamamı seni tarif için yeterli  gelmez. Hürrem de kimmiş Hatice Sultan da kimmiş onlar senin eline hiç su dökebilir mi? Onlar senin tırnağın bile olamaz. Ben seni bin Hürrem’e milyon Hatice sultana değişmem. Sen sarayların değil gönüllerin sultanısın…

NOT: Yazıda sözü geçen kişi ve olaylar gerçek dışı olup tamamen kurgusaldır.

SEN/BEN VE ÖTEKİ BEN’LER(1)

SEN-Anladım ki ben hasta olduğum zaman çok daha hassas ve kırılgan oluyorum. Benimle ilgilenilsin istiyorum. Doktora götürülmek için ısrar edilmesini bekliyorum, halbuki ben sağlamken böylemi idim? Sen de benimle hasta olduğumda  pek ilgilenmiyorsun gibime geliyor. Belki de hasta olduğum için beni sevmiyorsun bile….

1.BEN(Normal Ben)– Hastalık elbette iyi bir şey değil. İnsanı değiştirmesi de gayet doğal. Geçen gün gittiğimiz doktorun ilaçları iyi gelmedi galiba. Bir uzmana çıkalım istersen.

2.BEN(İlkel Ben)– Hasta olduğu zaman hassas oluyormuş, kırılgan oluyormuş. Hasta olmadığın zaman var mı sanki? “ Yan baş ağrılarım başladı yine minoset mi içsem yoksa majezik mi? Tansiyonum mu çıktı acaba, Bu boynum ne olacak boyun fıtığı mıyım yoksa Boğazlarım yanıyor faranjit oldum galiba.Ssırtlarımın ağrısı bir türlü geçmiyor, Ay yukarı bakamıyorum yine başım dönüyor, Bileğim yine nüksetti ortopedicinin aparatını nereye koymuştuk, Midem yine azacak galiba lansor mu yazdırsam işe yarar mı ki, Belim bacağıma doğru çekti dur biraz dinlenelim, Varislerim de iyice azdı “ gibi cümleleri  kurmadığın ve kullanmadığın bir gün var mı ki? Hastalığında değişiyor hassas oluyormuş. Hasta olmadığını söylediğin bir gün var mı ki karşılaştırma yapabilelim…

3.BEN(İdeal Ben)– Hasta olmak insanın kendi seçimi değil ki hayatım. Herkes bir şekilde hasta olur. Hassas ve kırılgan olmanı da elbette anlayabiliyorum. Ne demek hasta olduğun zaman ya da hasta olduğun için sevmemek. Ben seni iyi gününde de kötü gününde aynı tutku ile severim ve yanında olurum. Biz bu günler için birbirimize gerekliyiz. Bu günler de birbirimizin yanında olmazsak ne zaman olacağız? Şöyle bir uzan bakayım sen şu yastığı da arkana al. Biraz kolonya ile bileklerini alnını bir ovayım muhakkak iyi gelecektir. Bir de sıcak bir çorba yapayım boğazlarına çok faydası olur.Ayaklarına sıcak su torbasını hazılayayım.Yok yok ütüyü ısıtıp getirsem daha iyi olacak galiba.  Dur bir  nabzına ve ateşine bakayım. Tansiyon aletimiz nerede idi? Yok bu böyle olmaz hemen hazırlan ben bir taksi çağırıyorum ve hemen acile gidiyoruz….

NOT: Yazıda sözü geçen kişi ve olaylar gerçek dışı olup tamamen kurgusaldır.

SIRADIŞI YA DA FARKLI OLANLAR(2)

Abdullah Çakmak bizim dünyamıza çok özel bir isim olan teyzemizin kızı Şükran ablamızın eşi olarak girdi. Ondan sonra da adı “Aptulla enişte” ya da sadece “Enişte” olarak geçecekti. Ne var ki o bizim dünyamızda sıradan bir kelime ya da akraba kavramının çok ötesinde bir anlama sahipti. Sanki hep varmış duygusu yerleşmişti yüreklerimize.

Öğrencilik yıllarımızda  tatil ya da bayram buluşmalarında  gerek oyun masası ve gerekse sohbet masası birlikteliklerin hep özlenen insanı oldu. Onun konuşulan her konuyu zenginleştiren bir katkısı, her çözümsüzlüğe bir çaresi vardı sanki. Dedemlerin dahi aradığı “Aptulla güveee  bir başka” sözleri ile yücelttiği ve özlediği bir kişiliği vardı.

düğün1

1978 yılında Nuray ile evlendiğimizde düğünle ilgili seremoni de Nuray’ın memleketi olan Tokat/ Reşadiye’de gerçekleşmişti. Yakın dost ve tanıdıklarımızla birlikte onu da davet ettiğimde  eşi olan teyzemin kızına söylediği:” Ne dersin Şükrancığım arabaya atlar gideriz değil mi?”  cümlesinin  gerçekleşme ihtimalini az bile bulsam bu kadarı bile beni mutlu etmeye yetmişti. O sıralarda ulaşımın çok daha zor olduğu bu yöreye benim için gelmesi beni çok sevindirirdi ama doğrusunu söylemek gerekirse gelmeseler de kırılmaz ve üzülmezdim.

düğün2

Neyse evlilik tarihi yaklaşınca en yakın akrabalardan oluşan sınırlı sayıda bir grupla otobüse atlayıp yaklaşık 15 saatlik bir yolculuktan sonra Reşadiye’ye ulaştık. Tabi bu grup içinde eniştemiz yoktu. O günün şartları ve geleneklerine göre yapılması gerekenler yapıldı .Aslına bakarsanız  “Şu  karmaşa ve kaos bir an önce bitse de işimize gücümüze baksak” düşüncesindeydim açıkçası. Bu karmaşa içinde bir ara bahçeye bir arabanın yaklaştığını gördüm. Bu Abdullah eniştenin koyu lacivert renkli 1953 model Mercedes arabasının ta kendisi idi Biraz yaklaşınca arabadan eşi şükran ablamız ve iki çocuğun (Çağatay ve Özgür ve hatta o sırada annesinin karnında doğmayı bekleyen Egemen’i de sayarsak üç çocuk da diyebiliriz.) da çıktığını görünce sanki dünyalar benim olmuştu. Bu durum benim için 10-15 saatlik yolu kat ederek bir davete icabet etmekten çok daha farklı ve çok daha fazla bir şeydi. Yapılacak işlerle ilgili karmakarışık olan beynimin son derece rahatladığını hissettim birdenbire. Biliyordum ki onun bulunduğu yerde her şeyin bir çaresi ve çözümü vardı.

düğün3

Tahmin edileceği gibi onun 53 model koyu lacivert arabası gelin arabası haline geldi. Ankara Kızılcahamam’da bir gece konakladık. Bolu civarında Aban’tta biraz mola verdikten, Üsküdar’daki diğer teyze kızına da uğradıktan sonra bir Eylül akşamının alacakaranlığında Muratlıdaki evimize ulaşmış olduk. Uzun yıllar ,hatta bir ara evlerinin yanına hurda olarak terk edildikten sonra dahi o lacivert arabanın yanından geçerken Nuray’la bir birimize bakıp :”Bak gelin arabamız hala burada” diye o günleri ve o günlerde bizler için yapılan özveriyi anımsıyorduk.

düğün4

O yıllarda biz Tekirdağ Eğitim Enstitüsünde , o da Tekirdağ’daki bir askeri birlikte sanırım yüzbaşı rütbesi ile görev yapıyordu.Daha sonra askerlikten emekliye ayrıldı.Tekel Başmüdürlüğünde,Trakya cam sanayinde üst düzeyde yöneticilikler yaptı.Bir ara ticarete de atıldı. Doğrusunu söylemek gerekirse bu sahada pek başarılı olduğunu sanmıyorum. Belki de bu alan için gereğinden fazla iyi birisi idi.

düğün5

Tekirdağ’da çalıştığımız yıllarda annemin kolunun kırıldığında,büyük oğlumun doğumunun hemen ertesinde sarılık olup hastaneye kaldırılışında onu hep yanımda gördüm. Hatta bir keresinde bir yaşına yaklaşan büyük oğlumun karın ağrısı karşısındaki çaresizliğimizi “hemen kahve limon yapalım” gibi basit ama işe yarayan tavsiyesi ile aştığımızı çok iyi hatırlıyorum. Bütün bu ve buna benzer olaylar olurken kendisine bir davet bir çağrı veya talepte de bulunmuş da değildik. Zaten o günler de sabit telefon herkesin evinde yoktu ve cep telefonlarından ise  henüz daha söz dahi edilmiyordu. “Hızır gibi yetişmek” dediğimiz şey gibi mutlaka tanrı onun o saatte orada olmasını istiyordu gibi geliyordu bana.

düğün6

Bazen inanmadığınız ya da inandırıcı bulmadığınız sözler vardır ”Hiçbir iyilik cezasız kalmaz” ya da “iyiler çok yaşamaz” gibisinden. Fakat beklenmedik ya da plan dışı bazı şeyler yaşandığında insan ister istemez bu sözleri anımsıyor. Abdullah enişteye yine bir başkasının derdine derman olmak için (Onun kayın pederi bizim de Nuri dayımız) uğraşırken rastlantı sonucu kendinin ses kısıklığını fark eden doktorların başlattığı tetkikler sonucu o hep duyduğumuz, bizlerden ırak olsun dediğimiz hastalığın iyice ilerlemiş şeklinin tanısını koyuveriyorlar.Ve galiba o saatten sonra yapılacak fazla bir şey de yoktu. Bazen kendi kendimizi sevindirmeye dönük yorumlamalar,ışın-kemoterapi tedavileri, zakkum çiçeğinden yapılan ilaçlar,birlikte İnanlı çeşmesinden topladığımız ısırgan otları da hiçbir işe yaramadı. Hastalığın teşhisinden altı ay kadar sonra 1989 yılında daha kırklı yaşların ortasında Abdullah eniştemiz aramızdan ayrıldı.

Ruhu şad olsun. Allah gani gani rahmet eylesin.

SIRA DIŞI YA DA FARKLI OLANLAR(1)

Zaman zaman insanları, hayatlarını ve birtakım özelliklerini gözlemlediğimde belki benim gibilerin de içinde bulunduğu büyük bir çoğunluğun çok bildik ve sıradan bir hayatı sürdürdüğünü düşünmüşümdür. Yani sabah belli saatte kalkıp kahvaltı dahil üç öğün gıda almak, işe gitmek, işten dönmek, taksitleri, faturaları ödemek,veli toplantılarına, bayram ziyaretlerine gitmek gibi sıralayacağımız bir çok işi ufak tefek farklılıklarla  insanların bir çoğunun adeta programlanmış bir biçimde yürütmekte olduğuna tanık olmaktayız.

Ancak bazı insanların ise birtakım farklılıklar yaratarak bu sıradan çizginin dışına çıkabildiğine de tanık olabilmekteyiz. Değişik başlıklarda değişik konuları barındıran bloguma belli yönleri ile dikkatimi çeken bu insanlardan bahseden bölümler eklemeyi denemek istedim.

SIRA DIŞI YA DA FARKLI OLANLAR

Hasan Yenipazar ile 2006 yılında aldığımız yazlıkta karşı komşu olma kaderi bizi tanıştırdı. Daha sonra karşılıklı kahve sohbetleri ve tavla partiler sırasında kendisinin 1927 yılında Bulgaristan’ın Şumnu Vilayetinin,Yenipazar İlçesinde doğduğunu,soyadını da doğduğu yerden aldığını,1940 yılında ilkokulu bitirmiş bir çocuk olarak Türkiye’ye göç ederek Balıkesir iline yerleştiklerini, Balıkesir’de ortaokulu bitirdikten sonra askeri okula giderek Hava astsubayı olarak  1950 yılında orduya katıldığını, 1971 yılına kadar ülkenin çeşitli yerlerinde görev yaptıktan sonra emekli olduğunu,emekliliğine müteakip 1971-1991 yılları arasında Balıkesir’de market çalıştırmak biçiminde ticaretle uğraştığını, 1993 yılından itibaren Altınolukta ikamet etmeye başladığını anlattı. Bu arada Hasan beyin Hafize Hanımla evli olduğunu ve şu anda Balıkesir’de aileleri ile birlikte ikamet eden Yalçın ve Hüseyin isminde iki erkek çocuğu olduğunu da eklemeliyim.

SIRA DIŞI YA DA FARKLI OLANLAR

Karşı komşumuz olan Hasan beyin tarzı, tutumu, alışkanlıkları, ilkeleri, eskilerin “Nev’i şahsına münhasır “ olarak tarif ettiği bir çerçevede değerlendirilebilir. Ancak benim için asıl sıra dışı ya da farklı olarak değerlendirdiğim asıl yönü Hasan beyin çiçek yetiştirme ve bahçe işlerine olan tutkusudur. “Benim ayağım toprağa basmadıkça ben rahat edemem” şeklinde özetlediği bu tutkusunun sonuçlarını bizlere sadece izlemek kalıyor. Yılın on iki ayında da burada ikamet ettiği için bu tutkusunu gerçekleştirecek hayli zamanı da oluyor. Adı yazlıkçı olarak geçen bizim gibiler geldiğinde ise evin etrafında Japon gülünden ,sarmaşık gülüne gülün her çeşidi ve rengi ile buluşmuş oluyoruz. Zambak, kasımpatı, tespih çiçeği, gazanya, ortanca,begonvil,arslan ağzı, karanfil,menekşe,yasemin, hatmi çiçeği Hasan beyin bahçemizde yetiştirdiği çiçeklerden ilk aklımıza gelenlerden.

SIRA DIŞI YA DA FARKLI OLANLAR

Biz hep basit ve kolaya alıştırıldığımız için  bana bu kadar renk ve çeşitteki çiçeği bir arada görmek önce biraz kafamı karıştırmıştı.  Bahçenin tamamını çim ekip birkaç gül fidanı da diktikten sonra “biç,sula,buda” eksenindeki bir kolaycılığı seçmeyen Hasan beyin ayrıca oluşturduğu onlarca saksıda her yıl farklı çiçeklerin yetiştirildiğini söylersek tutkunun boyutunu daha iyi anlatmış oluruz sanırım.”Böcek yapmışlar kireç atalım,feşmekan çiçeği şaşırtma yaptım,sulamayı zamansız yaparsak çiçek açmazlar” gibi işini bilen birisinin beyanları  hep ona ait cümlelerdir.

SIRA DIŞI YA DA FARKLI OLANLAR

Bahçemizdeki limon, zeytin, şeftali ağaçları ile arka duvarı tamamen kaplayan ve bu yıl reçelini tatma şansını yakaladığımız ahududundan bahsetmedik daha. Ayrıca sofralarımıza ayrı bir renk ve lezzet katan nane,maydanoz,dereotu,kıvırcık salata,biber ve domatesleri de sayabiliriz. İşin en ilginç yönünü daha açıklamadık. Bütün bunlar ne kadar bir yerde oluyor dersiniz? Evet bunlar tamamı tamamına taş çatlasa 40-50 metrekarelik apartmanın etrafında kalan nerdeyse büyükçe bir halı kadar yerde oluyor. Size  de biraz sıra dışı ve farklı gelmedi mi?

ALTINOLUK’TA BAHARI YENİDEN YAŞAMAK

Yurt genelinde olduğu gibi Altınoluk’a da bu yıl bahar galiba biraz gecikmeli olarak gelecek. Mayısın ilk haftası geçmesine rağmen hala havalar bir türlü ısınmadı  diye yakınırken nihayet takvimlerin 8 Mayısı gösterdiği bu gün güneş kendini göstermeye,sıcaklığı ile insanların giysilerini yavaş yavaş inceltmeye başladı. Güneşin bu cömertliği karşısında eşimle birlikte biraz deniz kıyısında biraz da yeşillikler arasından Altınoluk şehir merkezine doğru mutat yürüyüşlerimize başladık. Geçtiğimiz yıllardan da hatırladığımız gibi bu aylar bize Altınoluk’un en sakin ve en keyif verici zamanı gibi geliyor. Kuş sesleri arasında, temiz ve bol oksijenli havada yaptığımız yürüyüşlerin doğrusu tadına doyum olmuyor. Ayrıca iyice canlanan tabiatın bize sunduğu tarifsiz güzellikleri de içimize sindirerek yaşamanın ayrı bir zevki olduğunu itiraf etmeliyim.

Özellikle bu mevsimde  rengarenk açan çiçeklerin bambaşka bir güzelliği olduğunu belirtmek isterim. Beyaz, sarı, mor, kırmızı ve yeşil başta olmak üzere adeta bir renk cümbüşü içinde insan sanki büyülendiğini hissediyor. Papatya, gelincik gibi bizim bildiğimiz birkaç isimden başka bir çok çiçek mevsimi geldiğinde tabiatı her fırsatta tarumar eden  insanoğluna  ders vermek  ya da onu utandırmak istercesine ısrarla ve inatla bütün güzelliklerini cömertçe sunmaya devam ediyorlar. Biz onların kadim dostu olarak çoğunun isimlerini bilmesek de sahilde açanlar,  derenin yamacında açanlar, yolun üst yanında açanlar diye adreslendirdiğimiz bu güzelliklerle samimi ilişkilerimizi hep sürdüreceğiz. Sadeliğin, masumiyetin, estetiğin, zarafetin tüm inceliklerini üzerlerinde toplayan bu çiçekler bakalım daha kaç mevsim bizlere bu şöleni yaşatacaklar.

BİR KRİZİN DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ(2)

“BİR KRİZİN DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ(1)” yazısının üzerinden daha 24 saat geçmeden abdala malum olurmuş misali aklıma gelen başıma geldi.”Sümeyye Erdoğan O geceyi anlattı” başlığı ile verilen haberde bu defa hanım kızımız facebookta yayınladığı mektupta güya konuya açıklık gösteriyor. Demek kalp kalbe karşı imiş ki benim önceki yazımın sonundaki öngörüme paralel olarak konuyu döndürüp dolaştırıp türbana/ başörtüsüne bağlayıveriyor.

Keşke o mektubu yazmasaydı? Bazı durumları anlatmak için bizim kültürümüzde çok uygun deyimler vardır.Yani kelimenin tam anlamı ile ”cukk” oturur hani. Söz konusu olay için hangi birini saysam bilmem ki? “Özrü kabahatinden büyük” mü desem, “İşkilli  mi  desem, “Yavuz hırsız ev sahibinden baskın çıkar” mı desem yoksa hiç birini demeyip  “Yağmur yağacak diyorsun o halde sen bana ördek dedin” hikayesini mi anlatsam hiç bilemiyorum.

Kızımıza göre meğerse sorun kendisinin tiyatroda oyunu izlerken sakız çiğnemesinden kaynaklanıyormuş. Sakız çiğnemişse  ne olmuşmuş sanki? Bu ne cüretmiş,burası neresiymiş, hangi çağdaymışız. Hem de protokoldeki birine oyunu keserek sakız çiğneme hareketi nasıl sorgulanabilirmiş. Bu ne şımarıklık,bu ne cahillik bu ne faşistlik ve medeniyetten nasipsizlikmiş Bu çağda tiyatroda sakız çiğnemenin neresi saygısızlıkmış, biraz şöyle dünyaya bir bakılmalıymış diyerek hem duruma açıklık getiriyor hem de son düşürücü yumruğu vurmaya hazırlanan bir boksör gibi sendeletmeye çalıyor gibi bir durum seziliyor sanki mektupta.

Bir de görünenlerin ve söylenenlerin dışındakileri de bilme ve görme yeteneği olan kızımız sanatçının kafasının içini de bir çırpıda okumuş ve söylediklerinden söylemediklerini ayna gibi ortaya çıkarıvermiş. Aslında sanatçının gerçek düşüncesi ve niyeti başörtülülerin orada bulunmasını istememesi imiş ,bunlar sadece başörtülüyü değil sakallıyı köylüyü de tiyatroda istemezlermiş,

Tabi kızımızın tiyatro anlayışı ve deneyimi ne kadardır bilmeyiz. Ferhan Şensoy veya Cem Yılmaz gibi sanatçıların oyunlarını izleyenler  oyuncuların seyircilerle nasıl diyaloglara girdiğini, izleyicilerle ne durumlar yaşandığını çok iyi bilirler. Ama hiç birinin  cumbur cemaat tiyatroyu terk etmek aklına bile gelmemiştir. Haa  halk çocuğu olmakla başbakan çocuğu olmanın  farkı da bu olsa gerek.

Nasıl ki yazılmayan kitaplar suç unsuru olmaya başladı ise söylenmeyen ve  açıklanmayan düşüncelerin de suç olduğu döneme giriyoruz herhalde. Niyet okuma yöntemi ile yapılan bu düşünce okuma sonucu yakında gerçekleştirilecek bilmem kaçıncı dalga operasyonla adı geçen sanatçı ….. terör örgütü üyesi olmak yada yardım ve yataklık etmekten  Silivri’yi boylamazsa(!) bile devlet sanatçısı olduğu için artık bunun hesabı bir şekilde görülür herhalde.

Bütün bunların temelinde sanıyorum ki “Sen benim kim olduğumu biliyor musun?” ya da “Ben kimin çocuğuyum farkında mısın?”kültürü yatıyor. Başbakanın kızı değil de Tayyip Erdoğan’ın kızı olduğunu hatırlayana kadar bu böyle sürer gider. Yaşıtları gibi belediye arabasına atlayıp sıradan insanlar gibi olma erdemine sahip olduğunda ise ortada hiç bir problem kalmaz.

Bu arada babaların yaklaşımı da önemli tabi“Bu benim kızıma nasıl yapılır? tez kellesi vurula” söylemi de bir yaklaşımdır.”Milletvekili olabilirsiniz,başbakan olabilirsiniz,hatta cumhurbaşkanı da olabilirsiniz ama sanatçı olamazsınız” söylemi de bir yaklaşımdır.Her yaklaşımın sonucu da sizin ne kadar çağdaş olduğunuzu belirler.

Başörtüsünün tamamen bireysel bir tercih olduğunu, başörtüsü kullanmanın hiç kimseye bir  ayrıcalık ,üstünlük ve dokunulmazlık sağlamadığını herkesin bilmesi gerekir. Bunu günlük çekişme ve kaprislerimizin de dışında tutmalıyız. Başörtüsü/türban takmadan da iyi ve inanmış bir insan olunacağı gibi başörtü takılarak da günahkar  olunabileceğini birilerinin hatırlaması gerekmez mi?

Ha bir de sanatçının veya sanatçıların hiç günahları ve sorumlulukları yok mu? Toplumdaki yozlaşmadan kalitesizlikten onların da üzerine düşen pay elbette var. Ama bu da ilerde bir başka yazımın konusu olacak gibi görünüyor. Bizi izlemeye devam edin…..