2013’E GİRERKEN

Oğlum tarafından bana hediye edilen bu blogda yazmaya başladıktan sonra her yılbaşında bloguma bir yazı girmeyi alışkanlık haline getirmeyi kararlaştırmıştım. Böylelikle 63 yıllık bir yaşamın çok az bir bölümü görüntülü biçimde kalıcı hale getirilmiş olacaktı. Tabi ki biz ulus olarak yazmayı pek beceremeyen ve daha çok da şifahi yönümüzle ilişkileri sürdürebilme özelliğine sahip bireyler olduğumuz için daha ikinci yılbaşı yazımda bile bir aya yakın bir süre rötar yapmış bulunmaktayım.

Yeni yıla girerken evde ve dostlar arasında çokça tekrarladığımız  “Hayat planlar yaparken başımıza gelenlerdir” biçimindeki klasik tanımın doğruluğuna bir kez daha yaşayarak tanık olduk. Aslında  planımız geçtiğimiz yılbaşında bizi davet ederek evlerinde ağırlayan kadim dostumuz Salih beylerle birlikte bu kez bizim fakirhanede 2013 ‘e merhaba demek şeklindeydi.2013e girerken

Hatta bu planın ön hazırlığını bile yaptığımızı söyleyebilirim. Ancak kader bizi annemin ve babamın sağlık sorunları nedeniyle onların  yaşamakta olduğu Muratlı toprakları ile buluşturdu.Yılbaşının da içinde bulunduğu 8-10 günlük bu zaman dilimi içinde özellikle sevgili eşim Nuray’ın katkıları ile bizleri dünyaya getirip büyüten bu kişilerin hayır duaları eşliğinde onların hayatlarını kolaylaştırma ve kendilerini iyi hissettirme çabalarımız oldu.

Bu arada aynı apartmanın bir üst katında oturmakta olan küçük amcamın ve eşinin yılbaşı gecesi davetine katılarak onlarla birlikte olduk Amcam Nusret Mola ile 3-4 yaş farkından ötürü amca,ağabey, arkadaş karışımı bir ilişkimiz olagelmiştir hep. Gece boyunca amcamın eşi Esma’nın hazırladığı ve sunduğu lezzetli yemekleri sırası ile midemize indirdik. 2013 ün ilk saatlerine kadar süren birlikteliğimiz gelecek yıllara ilişkin sağlık, mutluluk dilek ve beklentileri ile girmiş olduk.

Bu vesileyle tüm dost ve yakınlarımızın yeni yılını en içten dileklerimle kutlarım.

 

VE 45 YIL SONRA…

Aşağıdaki yazımı okumadan önce buraya tıklayarak 45 yıl öncesini anlattığım yazıya bir göz atmanızı tavsiye ederim.  Çünkü geçen yılların etkisi ancak böyle anlaşılabilir

2012 yılının son gününü Muratlı’da  geçirmekte iken havanın da güzel ve güneşli olmasını fırsat bilerek küçük amcamın arabası ile bir Hayrabolu yolculuğu yaptık. Bu da beni 44-45 yıl önce bu ilçede ilk görev yaptığım günlere götürdü. Bu yüzden de yazımı resimleri ile birlikte daha önce aynı konuda yazdığım bölüme ilave etmeyi uygun buldum.Yani bir nevi coğrafi ve kronolojik buluşma.  Bir nevi “Hey gidi günler.. nereden nereye “muhabbeti yani.

Bu yolculuk sırasında zamanla her şeyin nasıl ve ne kadar değişebildiğinin iyice farkına vardım. Yıllar önce  50-60 kilometrelik bir uzaklık olmasına rağmen Hayrabolu’dan Muratlı’ya gelebilmek büyük bir sorundu. Ben o zamanlar ya Tekirdağ üzerinden, ya da Alpullu-Karıştıran üzerinden ve de birkaç aktarma yaparak Muratlıya ulaşabiliyordum. Bu da nereden baksanız en az 4-5 saatlik bir zamanımı alıyordu. Oysa şu anki ulaşım imkanları ile aynı yere bir saatten kısa bir zamanda ulaşıldığı gibi, her gün en az dört tarifeli midibüs seferi yapılıyor.

 

Hayrabolu’ya kadar gelmişken  10 kilometre kadar  uzaklıkta  olan ve yıllar önce öğretmen olarak ilk görev yerim olan Karabürçek köyüne de uğramadan edemedik. Burada da bir çok şeyin değişime uğradığına tanık oldum. Ne yazık ki buradaki izlenimlerim beni hayal kırıklığına uğrattı. Bir kere yurdumun her yerinde görülen köyden kente göç burada da yaşanmış. Öğrenci sayısı azalınca  taşımalı sisteme geçilmiş. Gezinen birkaç köpek ve tavuktan başka canlılık belirtisi  neredeyse yok gibi idi. Neyse Muhtarlığın yanında açık olan kahvedeki iki kişiyle  konuştuk. Muhtarın da şehirde oturduğunu ve zaman zaman köye geldiğini söylediler. Geçmişte köyden hatırladığım kişilerle ilgili soruların bir çoğu “ O da rahmetli oldu.” şeklinde cevaplanınca giderek bağlantının koptuğunu hissetmeye başladım.

En çok da iki yıl görev yaptığım ve yüze yakın öğrencisi ile cıvıl cıvıl bir yer olarak anılarımda yer etmiş olan okul ile caminin karşısında imam ile birlikte kaldığımız evi görünce içimde bir şeylerin koptuğunu hissettim. Aslında bu  görüntülere okul ya da ev de denemezdi. Kendi haline terk edilmiş taş,toprak ve yıkıntı yığını demek belki en doğrusu. Dünyanın bir çok yerinde geçmişin nasıl korunduğu ve sahiplenildiğine tanıklık etmiş biri olarak “Biz niye böyleyiz” sorusunu kendime sormadan edemedim. Bizim ki çok garip bir şey. Ne koruyabiliyoruz ne de tamamen yok edebiliyoruz. Bulunduğumuz coğrafyayı daha yaşanabilir hale getirmek yerine, oradan uzaklaşarak mutluluğu başka coğrafyalarda aramak ta Orta Asya’dan beri bizim genlerimizde mevcut galiba diye düşünmeden edemiyor insan.

BİLGİ SAHİBİ OLMADAN FİKİR SAHİBİ OLMAK

Sayın Başbakanımız bir televizyon kanalında neredeyse bir buçuk yıldan beri yayınlanmakta olan “Muhteşem Yüzyıl” dizisi ile ilgili muhteşem çıkışlarını bir kaç kez tekrarladıktan sonraki gelişmeler çok daha trajikomik bir hal almaya başladı.

AKP iktidarına ve Başbakan’a bağımlılık derecesinde yandaş olan imajların önde gelenlerinden Nagehan Alçı hanımefendi katıldığı bir tartışma programında Başbakanımızın bu çıkışının arka planındaki gelişmeleri kendi tahminlerini de ekleyerek açıkladı. Güya Mısır Gezisi sırasında ülkenin Cumhurbaşkanı ya da üst düzey yöneticileri  Başbakanımıza “ Biz size ve ecdadınıza hayranlık duyarken bizim televizyonlarda da oynatılan dizilerde farklı şeyler görüyoruz. Bu ne iş?” anlamında yakınmışlar. Bunun üzerine de aslında dizileri pek izleme imkanı dahi bulamamış olan Başbakanımızın orada ne dediğini bilemeyiz ama ülkeye dönünce yönetmeninden, kanal sahibine verdi veriştirdi. Hızını alamamış olacak ki yargıyı da göreve çağırmayı ihmal etmedi. Doğrusu bu duruma hiç de şaşırmadım. Keşke bir kez olsun Sayın Başbakanımız beni ve hatta herkesi bir kez şaşırtsaydı. Mesela gerçekten Mısır gezisinde böyle bir diyalog yaşanmışsa-yaşanmamışsa da fark etmez- “Dur ben onlara haddini bildireyim de bir daha yapsınlar bakalım “ kolaycılığından sıyrılıp da, uygar ve demokrat bir ülkenin, uygar ve demokrat  Başbakanına yakışacak şekilde “Türkiye demokratik bir ülkedir.Yasalar çerçevesinde herkes her şekilde fikrini açıklayabilir,sanat üretebilir. Ülkemiz kurumlar ve kurallar rejimine sahiptir. Mevcut mevzuata uygun yayın yaptıkları sürece benim müdahale etmem söz konusu olamaz” diyebilseydi.

Halk arasında sıkça tekrarlanan  “Ön teker nereden giderse arka teker de oradan gider” deyişine ya da imam-cemaat benzetmesine uygun olarak bir çok kişi ve kuruluş bir buçuk yıldan beri yayında olan diziyi sanki yeni izlenmiş gibi durumdan vazife çıkararak iktidara ve Başbakana yaranma yarışına girmekte gecikmedi.

Önce Anadoludaki şehirlerimizin birinde vatandaşımızın biri güya çocuklarının ecdadı ile ilgili yanlış bilgilendirildiğini gerekçe göstererek Cumhuriyet savcılığına dizi ile ilgili suç duyurusunda bulundu. Daha sonra da iktidar partisinden Oktay Saral isimli milletvekili bu ve benzeri dizilerin yayından kaldırılması ile ilgili yasa teklifi hazırladı. En son öğrendiğime göre de THY uçak içi eğlence ekranlarından söz konusu dizinin kaldırıldığını öğrendim. Bunlar sadece benim bildiklerim.

Sizler durumu gözünüzde nasıl canlandırıyorsunuz bilemiyorum. Şayet Nagehan Alçı’nın Mısır gezisi kaynaklı hikayesi doğru ise Başbakanın izlemediği ya da izlese de tepki verme gereği duymadığı bir dizi birden yer ile yeksan ediliyor. Başbakanın muhteşem tepkisinden sonra  bir buçuk yıldır diziyi hayran hayran izleyen yada izlemeyen vatandaş yargıya gidiyor, milletvekili yasa teklifi hazırlıyor, kurumlar yayından kaldırıyor..

Ne diyelim…. Bilgi sahibi olunmadan fikir sahibi olunmadığını bir kez daha öğrenmiş olduk.

TARİH TEKERRÜR EDER Mİ?

Çeşitli televizyon kanallarındaki dizilerin sürekli izleyicisi sayılmam. Geçen yıldan beri yayınlanmakta olan Muhteşem yüzyıl dizisinin de birkaç bölümünü izleme fırsatım oldu. Bence yüzde otuzluk bir  gerçek, yüzde yetmiş civarında kurgu ve hayal gücü ile desteklenerek izlenebilir bir eser ortaya çıktığı söylenebilir. Yabancı televizyon kanalları da dahil edildiğinde asgari 150 milyonluk bir izleyici kitlesine ulaşması da dizinin belli bir seviyeyi yakaladığını göstermektedir.

Ancak sayın başbakanımız belgesel ile dizi konusunda bilgilendirilmemiş olacak ki geçenlerde yaptığı bir açılış konuşmasında ” Bizim öyle bir ecdadımız yok. Biz öyle bir Kanuni tanımadık. Biz öyle bir Sultan Süleyman tanımadık. Onun ömrünün 30 yılı at sırtında geçti. Sarayda o gördüğünüz dizilerdeki gibi geçmedi. Bu kanalların sahiplerini uyardık, yargı da gereğini yapacaktır” şeklinde o bilindik üslubu ile yine esti gürledi. Bu durumda adı geçen dizinin yayınlandığı kanalın patronu, dizinin senaristi, yönetmeni bu konuda durumdan vazife çıkarıp gereğini yaparlar mı bilemeyiz. Ama muhalifi yandaşı hemen bu sözlerin üstüne atlayıp kendilerine epey malzeme çıkardılar. Öncelikle at üstünde geçirilen süre ile ilgili bir mutabakat sağlanamadı. “Otuz yıl”lık süreyi, geçen yıl Fetullah Gülen 44 yıl olarak belirtmişti, ancak daha derinliğine bir inceleme yapılınca bu sürenin 8-9 yıl civarında olduğunu da öğrenmiş olduk.

Sade vatandaş da olsak Başbakan da olsak bazı sosyal konuları  işimize geldiği gibi değerlendirme alışkanlığından bir türlü kurtulamıyoruz. Politik hesaplar uğruna Dersimi veya bir başka konuyu bahane göstererek İsmet İnönü üzerinden çaktırmadan Cumhuriyete Atatürk’e demediğimizi koymuyor onları yerden yere vururken ,onların da yakın tarihimizin ecdadı olduğunu  hiç hatırlamıyoruz.

Demek oluyor ki insanlar aynı konu, durum, olay ve kişi ile ilgili farklı değerlendirmelerde bulunabiliyor.Örneğin yıllar sonra bu günkü yöneticiler değerlendirilirken de belki aynı durum yine yaşanacak. Resmi tarihte Recep Tayyip Erdoğan’dan Cumhuriyet döneminin en uzun süre başbakanlık/başkanlık yapmış, girdiği her seçimi oylarını hep arttırarak kazanmış, kişi başına düşen milli gelirin  iki bin dolardan on bin dolarlara çıkmasını sağlamış, vesayet rejiminin üstesinden gelmesini bilmiş,  ekonomiden ulaşıma, sağlıktan sosyal güvenliğe bir çok alanlarda atılımlar yapmış, ömrü uçak sırtında Amerika’dan Almanya’ya ,Somali’den Bruno’ya dolaşarak sadece  ülkesini yöneten biri değil, tüm dünya politikasında oyun kurmaya çalışan bir lider olarak bahsedilecektir.

Ancak konuya başka pencereden bakanlar kendisinden bahsederken; demokrasiyi ihtiyaç duyulmadığında terk edilen bir tren olarak gördüğünü, ülkesini sıfır  terör olarak aldıktan sonra iktidarında terörün iyice tırmandığını, ülkenin cumhuriyet tarihi boyunca kazanılmış yeraltı ,yer üstü bir çok varlığının haraç mezat satıldığını, muhalif olarak görülen gazeteci, yazar ve öğrencilerin çeşitli bahanelerle yıllarca cezaevinde kaldığını, tutukluluğun cezalandırmaya dönüştürüldüğünü, bağımsız olmadığı ileri sürülen yargının tam bağımlı hale getirildiği, muhalif gösterilere biber gazı uygulamasının rutinleştiği, birlikte görev yaptığı Genelkurmay başkanından başlayarak yüzlerce askerin yıllarca süren bir yargılama süreci ile adeta bir rövanş hukukunun oluştuğu, evrensel hukuk değerlerinin sadece iktidarı koruma ve sürdürme amacı için kullanıldığı, yargının kendisine yakın kişi ve kurumlara yaklaşması halinde-MİT ve Deniz Feneri olayından hatırlanacağı gibi-gerekli müdahale ve düzenlemelerin anında yapıldığı, kadınların ne kadar çocuk yapacağına ve nasıl doğuracağına, televizyon dizilerinin nasıl çekileceğine kendisinin karar verdiği, başbakanların sorgusuz harcama kalemi olan örtülü ödenekten kendinden öncekilerle kıyaslanamayacak oranda harcama yapıldığı gibi konular da hep kulaktan kulağa fısıldanacak ve gerçeğin ne olduğu hep tartışmalı kalacaktır. Belki de gerçeği bembeyaz ya da simsiyah ta aramak yerine gri ve grinin tonlarında aramak daha mı doğru ne?

Bütün bu konular ile ilgili bu gün olduğu gibi o gün de bazı televizyon dizileri de yapılabilir. Acaba o zamanın Başbakanı  yine kürsülere çıkıp ”Bizim öyle bir ecdadımız yok. Biz Tayyip Erdoğan’ı öyle tanımadık, Biz öyle bir başbakan tanımadık. Onun ömrünün bilmem kaç yılı ülkesi için uçak seyahatlerinde geçti.  O gördüğünüz dizilerdeki gibi geçmedi. Bu kanalların sahiplerini uyardık, yargı da gereğini yapacaktır”şeklinde söylev çekecek midir?

Kim bilir.. boşuna tarih tekerrürden ibaret dememişler …

DOĞRU SORU

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan öğretim yılı başında bir okulun açılış töreninde: “ Ne zarar gördünüz imam hatip okullarından da bunları kapattınız ?…İmam hatip okulları terörist,anarşist yetiştirmediği için mi bu okulları kapattınız ?” şeklinde sorularla konuşmasını sürdürmüştü. Bu cümleleri ilk duyan sanki kırk yıldır bu okulların kapısına kilit vurulmuş da onları açmak bu güne nasip olmuş diye düşünebilir. Oysa cümle alem biliyor ki imam hatip okulları sayıları ve nitelikleri değişmekle birlikte cumhuriyet kurulduğundan beri var olagelmiştir.Yıllarca süren kat sayı tartışmaları kapatılmış kurumlar üzerine yapılmadı herhalde. O bakımdan her konuda doğru cevabı bulmak için önce doğru sorunun sorulması gerekir bence.

Eğer kast edilen 4+4+4 düzenlemesi ile bu okulların orta kısımlarının açılması ise bunun için bu kadar gürültüye ve kaosa gerek yoktu. Daha kısa,açık ve net bir düzenleme ile bunun gerçekleştirilmesi pekala mümkündü. Hiçbir  altyapı hazırlığı yapılmadan başlatılan bu uygulamadan olumlu sonuç alınamayacağını  aklı başında her eğitimci  kolayca tahmin edebilir. Ama kralın çıplak olduğunu söylemek her zaman kolay olmuyor. Ancak herşeyden önce amacın üzüm yemek olduğu konusunda samimiyetin sergilenmesi gerekir.  Seçmeli derslerin yıllardan beri tespiti Talim Terbiye Kurulu tarafından yapılmaktayken ve yine aynı şekilde yapılması mümkünken bunun yasal düzenleme içine alınması bile bu konunun tribünlere dönük bir icraat olduğunu göstermektedir.

Bir de bu okullardan terörist anarşist yetişmemesi ile ilgili ironi ister istemez akla başka soruları getiriyor. Memleketimiz yıllardır anarşiden çok çekti. Şimdi de terörden çok çekiyor.Başbakana göre bütün bu insanlar imam hatip okullarından yetişmedilerse diğer eğitim kurumlarından yetişiyor demektir. O zaman bu nasıl bir eğitim sistemidir ki kurumlarının bir kısmı rahmani, bir kısmı şeytani vasıfta insan yetiştirilebiliyor?Yoksa diğer kurumlar Milli Eğitim Bakanlığının sorumluğu altında değil mi?

Kurumlar ya da kurumlardan mezun olan kişiler değerlendirilirken.”Bu kurumlardan şunlar mı çıktı, bunlar mı çıktı?” biçiminde sorgulamalardan sağlıklı sonuç alınamayacağını düşünüyorum. Eğitim kurumlarından neyin çıkmayacağından çok neyin çıkacağı üzerinde durulmalı ve bu sorulara cevap aranmalıdır. Ancak o zaman doğru sorulara doğru cevap vermiş oluruz. Konuya bu açıdan baktığımızda imam hatip okullarından dünya ölçeğinde bilim, sanat, spor v.b alanlarda ses getiren kaç kişi yetişmiştir? Filenin sultanları, potanın perileri diye adlandırdığımız, atletizmde gurur kaynağımız kızlarımız arasında bu okul mezunlarını da görecek miyiz?

Haaaa eğitim tarihimizde niye kapattınız diye yerinde sorularla sorgulayacağımız dramlar elbette yaşandı. Bir bahar mevsimi kadar kısa süren ömürlerine rağmen ürettikleri ve yetiştirdikleri ile adeta efsane olmuş olan Köy Enstitüleri için bu soruyu soralım isterseniz.

Sahi siz köy enstitülerini niye kapattınız? Onlardan ne istediniz?

SAMİMİYET TESTİ

Fıkralar birçok olayı insanlara mizahi biçimde en açık biçimde anlatıverir. Bu yazıma da çok eskiden duyduğum bir fıkrayı aklımda kaldığı kadarı ile yazıya dökerek başlamak istiyorum

İkinci dünya savaşı sırasında Nazilerin elinde İngiliz, Fransız ve Yahudi vatandaşı üç esir vardır. Esirler hakkında zaten karar verilmiş olmakla birlikte bunu meşrulaştırma adına  yetkili durumdaki nazi komutanı esirlere: “Biz son derece adil ve eşitlikçi bir anlayışa sahibiz. Hiç kimseyi sorgulamadan, yargılamadan cezalandırmayız” diyerek onlara bir şans vereceğini söyler. Her esire kendilerine sorulan bir soruyu cevaplamaları halinde salıverilecekleri, cevaplayamayanın ise cezalandırılacağı bildirilir.

Önce İngiliz esire:”Devrinin en büyük ve lüks yolcu gemisi kabul edilen, ilk seferinde  Atlas okyanusunda bir buz dağına çarparak parçalanan adı da Ti.. ile başlayıp ..nik ile biten yolcu gemisinin adını nedir?” diye bir soru yöneltilir. İngiliz esir de “Titanik” cevabını verince özgürlüğüne kavuşur. Daha sonra Fransız esire de “Titanik gemisin 1911 sonrası ve 1913 öncesine rastlayan batış tarihini söyleyebilir misin?” sorusunu yöneltir. Fransız esir de “1912” cevabını vererek kurtulur. Sıra Yahudi esire gelince: “Sende 1912 de batan Titanik gemisindeki yolcuları doğum tarihleri ile birlikte alfabetik sıraya göre sayabilir misin?” şeklinde bir soru yöneltilir.

Ne kadar ilgisi var bilemiyorum ama ben bu fıkrayı geçtiğimiz günlerde Sayın Başbakanımızın gazeticilerle yaptığı bir söyleşi sırasında: “’İlker paşamızla alakalı olarak ben yapılan benzetmeleri ve yakıştırmaları asla doğru bulmuyorum. Yani bir örgüt elemanıymış, bir örgütün mensubuymuş gibi bu tür yaklaşımları kesinlikle çok çok çirkin buluyorum. Türk Silahlı Kuvvetleri’nde Genelkurmay Başkanlığı makamına gelmiş bir insan için bu tür bir benzetmenin doğru olmadığını ve insaf dışı olduğunu kesinlikle düşünüyorum.” biçimindeki değerlendirmelerini duyunca hatırladım.

Elbette ki Sayın Başbakanımızın Eski Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ ile ilgili değerlendirmeleri son derece samimidir. Aynı duyguları bürokraside kendisi ile benzer ilişkileri içinde olan MİT Müsteşarının savcılığa daveti sırasında da muhakkak yaşamıştır. Fark şurada ki akabinde “Beni de alın” diyerek göğsünü siper edercesine ve adeta zamanla yarışarak “Benden izinsiz yargılayamazsınız” anlamına gelecek bir yasal düzenleme gerçekleşmişti. Aynı durumda ve aynı duygularla, aynı yöntem ve süratle İlker Başbuğ için de bir yasal düzenleme yapılsaydı beyanlar daha adil, daha eşitlikçi, daha inandırıcı ve samimi olmuş olurdu. Yoksa siz istediğiniz kadar yanlışlıkların, haksızlıkların yapıldığını beyan edin, hatta samimi gözyaşlarınızı akıtın,bunların ıstırap,sevinç,timsah gibi çeşitlendirilen gözyaşlarından hangisi olduğu kuşkusu hep var olacaktır.

2012 LONDRA OLİMPİYATLARININ DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ

Rekorlar ile ilgili  konular basında yer alırken durumu mizahi yönden değerlendiren bazı yayın organlarında Yaşar Kemal’in en çok nobele aday gösterilen yazar olarak adı geçiyordu. Bu yazarımız değil ama sonunda Orhan Pamuk’un nobel ödülünü almayı başardığını hepimiz hatırlıyoruz. Edebi hüneri yanında zaman zaman ülkesi ile ilgili takındığı negatif değerlendirmelerin bu ödülü almasında bir etkisi olup olmadığı ise birçokları için hala merak konusu olmaya devam ediyor.

Ülkemizin de çeşitli olimpiyat oyunları düzenlemek için en çok talip olan ülke olarak  rekorlar kitabında adı geçecek gibi görünüyor. Zamanı geldiğinde yazılı ve görsel medyada “En avantajlı ülke, şansımız çok yüksek” şeklinde gaz verilse de  sonuçlarının hüsran olduğunu hepimiz biliyoruz. Londra’da düzenlenen 2012 olimpiyatlarını izlemek üzere giden başbakanımız konu gündeme geldiğinde 2020 olimpiyat oyunları için İstanbul’un her şeyi ile hazır olduğundan bahisle; “İstanbul medeniyetlerin beşiği. Şimdiye kadar olimpiyatlar Müslüman hiçbir ülkede yapılmadı. Olimpiyat için Müslüman ülkelerin neyi eksik…” diyerek bir yerde sekiz sene sonrası için bu talebi yenilemiş oldu. Gerçi  olimpiyat düzenlenmesi ile din arasında  nasıl bir bağ olduğunu pek anlayamadım ama yine de Sayın Başbakanımızın bu isteğinin son derece samimi ve yürekten olduğuna inanıyorum. Tabi ben bazı durumları değerlendirirken anlık görüntünün dışına çıkarak daha derinliğine bir değerlendirme yapmanın daha doğru olduğunu düşünüyorum.

Başbakanımızın bu talebi o günlerde İngiliz basınında da yer buldu. Ülkenin önde gelen gazetelerinden The Times konu ile ilgili olarak bu konuda İstanbul’un başarılı olması için öncelikle trafik sorununun mutlaka çözülmesi gerektiğini, ayrıca da futbol dışındaki spor alanlarında da varlık gösterilmesi gerektiğine işaret ediyordu.

Anlaşıldığı kadarı ile bu oyunlara talip olacak şehrin ya da ülkenin alt yapısı ile insanlarının spora yatkınlığı ve yakınlığı önemseniyor. Bir an için trafik başta olamak üzere diğer tüm alt yapı çalışmalarının tamamlamış olduğu düşünülse  bile  yabancı oyuncu ve teknik adamlarının desteği ile sadece futbol gibi erkek egemen sporun dışındaki spor dallarındaki durumumuz gerçekten son derece hazin olduğunu kabullenmemiz gerekir. Bu yetersizliği hem spor alanların çeşitliğinde  hem de niteliksel ve niceliksel olarak ülkenin yarı nüfusunu teşkil eden kadınlarımızın da bu müsabakalardaki durumunda da görmek mümkün.

Son yıllarda “Filenin sultanları, Potanın perileri” gibi iltifatları fazlası ile hak eden bayanlarımızın başarılarını ve bize yaşattığı mutluluğu elbette ki görmezden  gelemeyiz. Bu sporcularımızı ağırlayan ve bizzat karşılaşmalarını izleyen Sayın Başbakanımız ve ailesinin de mululuklarını gözlerinden okumak mümkün. Böylesi bir ortamda her ülkenin yöneticisi kendi ülkesini temsil eden sporcularla gurur duyar, her ana baba da  imkanların elverdiği ölçüde çocuklarını bu fotoğraf karesi içinde görmek ister diye düşünüyorum. Ancak tam da bu noktada başbakanımızın kafasının biraz karışık olabileceğini de tahmin edebiliyorum. Ülkenin yöneticisi olarak da bu müsabakalarda ülkeyi en iyi biçimde temsil edecek yeteneklerin tespiti

ve yetiştirilmesine yönelik tabi ki en başta eğitim politikalarının geliştirilmesi sorumluluğu da hesaba katılırsa durumun biraz daha karmaşık hale gelmesine şaşırmamak gerekir.

Spor başarılarından çok magazin haberlerinden tanıdığımız Olimpiyatlara altıncı kez katılan milli yüzücümüz Derya Büyükuncu’un 35 kişi yarışmacı arasından 33. lüğü elde edişinin burukluğunu yaşarken, 16 yaşındaki Çin’li kadın yüzücü Ye Shiwen 400 metre ferdi karışık müsabakada son 50 metreyi Amerikalı en hızlı erkek yüzücü olarak kabul edilen Ryan Lochte’den bile hızlı yüzmesi herkesi şaşırttı. Tabi ister istemez bu durumda “Eğitim şart” biçimindeki klasik cümleyi kurmak artık farz oldu.

Eğitim şart. Eğitim şart da hangi ve nasıl bir eğitim. İşte cevabını bulamadığımız ve cevabını veremediğimiz soru ve sorun da tam işte bu. Aylar önce “4+4+4” olarak  pompalanan eğitim yapılanması yasalaştırılırken ülkemiz sporcularını, özellikle bayan sporcularını bu küresel rekabete nasıl hazırlayacağı acaba düşünülmüş müdür? Yasanın uygulamaya girmesi ile birlikte değişenin sadece yüzde üçyüz ve beşyüzlere varan oranda  açılan imam hatip okulları olduğunu görünce doğal olarak bu gayretin dindar nesil yetiştirme projesinden başka bir şey olmadığı kuşkusu güçlenmiş oldu. Yani bu yapılanmadan çağdaş bir ürün çıkar mı? Bu biraz da Tahran için bilet alıp Paris’e ulaşmayı beklemek gibi bir şey. Tabi bu tespit karşısında bir çok kişinin hemen” Vay seni  din düşmanı, herkesin dinini öğrenmesine ve inandığı gibi yaşamasına karşı mısın?” gibi linç cümleleri bombardımanına hazırlandığının da farkındayım. Elbetteki ben ne din düşmanıyım, ne de insanların inançlarını öğrenmelerine ve yaşamalarına karşıyım. Ben sadece bunun insanları ve kurumları ayrıştırarak gerçekleştirilmesinin doğru olmadığını söylüyorum.

Konu olimpiyatlardan, özellikle de olimpiyatlara katılan bayan sporculardan açılmışken bir çok müslüman ülkenin oyunlara bayan sporcu ile katılınması mecburiyetinden dolayı formalite gereği birkaç bayan sporcu ile katılmak durumunda kaldığını biliyoruz. Halkı müslüman olan ülkeler içinde ülkemizde bayan sporcuların bu denli öne çıkmasının temelinde cumhuriyetimizin kazanımları arasında sayılabilir. Galiba bazı ülkeler  insanları örtmeye özendirirken onların hayallerini, yeteneklerini, özlemlerini,  heyecanlarını da örtmüş olduğunu çok geç fark ediyor.

DIŞARDAN BAKINCA

Bilmem büyüklerimiz ya da yöneticilirimizden öyle mi öğreniyoruz, ya da zaten biz hep böyleyiz ve kendimizi değiştirmek yoksunluğu içinde galiba bir çok konuyu açık yüreklilikle ve samimi bir biçimde birbirimizle konuşamıyoruz. Gerek bireysel hayatta ve gerekse de toplumsal yaşamımızda önyargılardan, niyet okuma hevesimizden ve karşımızdakini hemen tuzağa düşürme kurnazlığından bir türlü kurtulamıyoruz. Karşımızdakinden gerçeği duymak yerine doğruluğuna, yanlışlığına bakmadan işitmek istediklerimizi dillendirmesini bekliyoruz. Bu itibarla da bir çok insan ya susuyor ya da kişisel çıkarları da işin içine girdiğinden inanarak ya da inanmayarak hoşa giden şeyleri yazmak ya da söylemek durumunda kalıyor. Böylece kralın çıplak olduğunu söylemek çok az kişiye nasip  oluyor tabi.

Söz gelimi hükümetin dış politika uygulaması bağlamında sade bir vatandaşın kendi samimi gözleminden hareketle Suriye ve İsrail ilişkilerindeki gariplikleri ifade etmeye kalksa “Sen Beşer Eset’ten yana mısın? Yapılan zulümlere ortak mı olmak istiyorsun?” tuzağı sizi hazır bekliyor. Ya da Taksim’e Çamlıca’ya cami ve başörtü ile ilgili birkaç  söz söylemeye kalksanız “İnsanlar özgürce inançlarını yaşamasın mı? Yoksa sen camilere karşı mısın?” karşı atakları sizi ateistlikle etiketleme sonucuna kadar götürebiliyor. Yine yıllardan beri sürmekte olan hukuksuzluklardan, adeta infaza dönüşmüş olan tutukluluklardan söz etmeye kalksanız “Sen Ergenekoncu musun, darbeci misin? Vesayet rejiminin devam etmesini mi istiyorsun?” suçlamaları alnınıza yapışmaya hazır beklemektedir.

Hal böyle  olunca da insanların bir çoğu bazı konularla ilgili gerçek düşüncelerini açık ve samimi olarak ifade etmekten korkar ve çekinir hale geliyor. Ama ben yine de karınca kararınca sıradan bir yurttaş olarak beğenilir mi, beğenilmez mi, ya da hangi etiketlenme ile itham edileceğim endişesine kapılmadan bazı konulardaki samimi düşüncelerimi dilim döndüğünce açıklamaya devam edeceğimi belirtmek isterim.

Açıkça söylemek gerekirse son aylardaki ülkemizin Suriye ile ilgili politikasını hiç anlamış değilim. Tabi ben konuyu hiçbir zaman “Düne kadar can ciğer kuzu sarması kardeştiniz yediğiniz içtiğiniz ayrı gitmiyordu. Şimdi ne oldu da….” kolaycılığı ile değerlendirmek istemem. Ama ülkemizde bir çok olumsuzluklar yaşanırken gösterilmeyen “Artık bıçak kemiğe dayandı” tepkisini de biraz tuhaf bulduğumu söylemeliyim. Dış politika gibi bir çok değişkeni olan ve son derece karmaşık ilişkilerde  kim haklı kim haksızdan çok bu konu bizim ülke çıkarlarımızı nasıl etkiler onun sorgulanması gerekir diye düşünüyorum. Bu sorgulama sonucunda da bir kaç hamle sonrası gelişebilecek durumlarla ilgili sağlıklı bir öngörünün geliştirilmiş olmasına ihtiyaç vardır.

Yaşanan zulüm elbette yürekler acısı bir durumdur. Ama bu durumun yaşanmasıyla  ilgili bir çok sorunun cevabı henüz verilememektedir. Essed iktidarına karşı desteklenen muhaliflerin gücü nedir ve Suriye halıkının ne kadarını temsil etmektedirler? Desteklenen bu muhaliflerin Türk tırlarını yakması ve haraca bağlaması nasıl açıklanabilir? Essed’in bıraktığı boşluğu dolduran ve içinde terör örgütü  PKK uzantılarının da bulunduğu Suriye kürtleri kendi özerk yönetimlerini kolayca kuruvermeleri beklenen bir durum muydu? Yoksa şimdi de nur topu gibi bir “Kuzey Suriye” miz mi doğdu. Bütün bunların arkasından “Bu tür oluşunlara kesinlikle izin vermeyiz” beyanları hatta birtakım kırmızı çizgiler de ortaya atılabilir. Fakat ne yazık ki biz bu filmi daha önce de Irakta görmüştük. Kısacası gelinen ve yaşanan durumda ise tam bir belirsizlik ve hazırlıksızlık fotoğrafı göze çarpmaktadır. Küresel güçler kenarda sessizce olan biteni izlerken kraldan çok kralcılık diyebileceğimiz bir rolü bize adeta sufle etmektedirler. Galiba bizim sıfır sorun olarak yola çıkılan dış politikamız trübünlere dönük bir tarzda geliştiği için çok sorun olma noktasına gelmiş bulunmaktadır.

Dış politikadan ekonomiye,boğaza yapılacak üçüncü köprünün yerinden Çamlıca’ya yapılacak camiye, insanların kaç çocuk doğuracağından nasıl doğuracağına kadar bir çok konuda tek bir kişinin sözünün geçtiği ileri demorasimizde akil adam olarak kabul edilip fikrine başvurulacak nitelikteki birçok insanın da monşerler diyerek aşağılandığı  bir politikanın bizi getirdiği bu noktaya galiba pek de şaşırmamak gerekir diye düşünüyorum. Artık konu “Van minüt” çıkışı ile halledilecek boyutu da aşmaktadır.

“Van minüt” deyince bir kaç cümle de İsrail ve bu ülke ile ilgili uygulanmakta olan politikalardan bahsetmekte yarar var sanırım. Bölgede İsrail’in uyguladığı zulüm elbetteki tasvip edilemez. Bunun temelinde İsrail’in varlığına yönelik tehditlere karşı olağanüstü duyarlı olması ve buna bağlı olarak da tepkisinin çok şiddetli olduğunu görmekteyiz. Herkes hatırlayacaktır, bir İsrail askerinin kaçırılması sonrasında İsrail ortalığı darma duman etmiş ve bu durum başta bizim ülkemiz olmak üzere –ve de haklı olarak-bir çok ülke tarafından eleştirilmişti. Bence burada eleştirilecek kadar bizim için ders çıkarılması gereken bir durum da yok mudur?

Artık şehitlerimizin sayısının iki basamaklı olmadığında yazılı ve görsel basında adeta sıradan bir haber haline geldiği, şu anda terör örgütü tarafından kaçırılmış  ve aylardır onun elinde tutsak tutulan askerimizin ve kamu görevlilerinin olduğu bir çoğumuz tarafından bilinmiyor ya da unutulmak üzere olduğunu düşündüğümde  bir vatandaş olarak ” Benim insanım, benim askerim İsrail askerinden daha mı az değerli ya da benim yöneticilerim böylesi durumlarda İsrail yöneticilerinden daha az mı duyarlı” diye sormadan edemiyorum.

İŞTE FARK BURADA

Geçen yıl bu zamanlar, yani nerede ise bir yıl önce “Bir krizin düşündürdükleri” başlığı ile bir yazı yazmıştım bloğumda. Özetle Sayın başbakanımızın kerimeleri Sümeyye kızımızın bir tiyatroda sakız çiğnemesi sonucunda oyunculardan biri ile yaşanan tatsızca bir durum konu edilmişti yazımda. Tabi ardından incelemeler soruşturmalar derken sanatçıya sanırım disiplin cezası olarak “kınama” cezası verildiği haberini okuduk basında. Tabi bu tiyatro sanatçısının idari olarak hangi durumları yaşadığı konusunda fazla bir bilgimiz olmadı. Ancak ben bunun burada bitmeyeceğini adım gibi biliyordum. Benim bildiğim Başbakan bunu bu kadarla bırakmaz zamanı gelince yapacağını yapar diye düşünmüştüm. Hakikaten de öyle oldu ve tahminlerim beni yanıltmadı.

Kamuoyunda önce şehir tiyatrolarının yönetimi ve oyun seçimi konusunun bürokratlara bırakılması ile başlayan tartışma Başbakanın “Siz kim oluyorsunuz? Siz kendinizi ne zannediyorsunuz ?”  şeklindeki meydan okumalarına dönüştü. Daha sonra da bu sanat etkinliklerinin özelleştirileceği ama devletin uygun gördüğü oyunları sponsorluk biçiminde destekleyeceği biçimindeki açıklamalarla bu sanat dalına verilecek ayarın sinyalleri de verilmiş oldu. Bir çok hakimiyet alanının ele geçirilmesinden sonra sıranın tiyatrolara da gelmesi kaçınılmazdı elbette. Özetle “Benim beğendiğim sanatı yaparsanız para var yapmazsanız başınızın çaresine bakın” gibi bir şey yani.

Oysa şiir, edebiyat, tiyatro gibi sanat alanlarının doğası gereği sınırları zorlayan bir yapılarının olduğu herkes tarafından bilinmektedir. Ayrıca her kim olursa olsun otoriteye muhalif olmaları hiç şaşırtıcı gelmemelidir. Yoksa birilerinin hoşuna gitmek, birilerinin beğenisini kazanmak uğruna yapılan sanat etkinliklerinin varacağı nokta padişahların soytarılarının durumudur. Böylesine baskı ve sınırlamalar işe yarasa idi bu ülkede bir Nazım Hikmet,bir Yaşar Kemal, bir Orhan Pamuk, bir  Yıldız Kenter, bir İdil Biret, bir Suna Kan ve bir Fazıl Say’dan söz edebilir miydik? Bu isimler gibi bir çok ülkede bir çok isim yaşadıkları sisteme muhalif de olsalar ürettikleri ile dünyanın her yerinde saygı görmektedirler. Belki de önemli olmakla, değerli olmak arasındaki fark da burada yatmaktadır. Ortam ve şartlar insanları önemli konumlara getirebilir. Bu durum onların değerli olduğu anlamına gelmez. Ne zaman ki onu önemli kılan statü sona erdiğinde onlar–ve hatta hayatları sona erdiğinde- ürettikleri ve arkada bıraktıkları ile evrensel anlamda iz bırakabiliyorsa kalıcı ve değerli olan odur. Konuya bu açıdan baktığımızda zamanında önemli sayılan bir çok bakan, başbakan gibi siyasetçinin ismi bile hatırlanmazken onların aşağıladığı , ya da zindanlarda çürütülmesine seyirci kaldığı bir çok sanatçı tüm dünya dillerine çevrilen eserleri ile adeta ölümsüzleşmiştir.

Konunun bu noktaya gelmesiyle yine en hazin durumu Kültür bakanımız Sayın Ertuğrul Günay yaşadı. Ucube heykel tartışması sırasında durumu kurtarmayı denediyse de düştüğü durumu Bülent Arınç “Allah hiç kimseyi onun durumuna düşürmesin” şeklinde açıklamıştı.  O konudan ağzı yandığı için aşağı tükürsem sakal yukarı tükürsem bıyık misali daha önce daha fazla tiyatro açmakla övünürken gidişat kapanma yönünde geliştiğinden sanatçının özgürlüğü, tiyatronun verimliliği laflarını dolandırıp durarak durumu kurtarmaya çalışıyor. Bu duruma bakınca da insan ister istemez “Ey makam, ey koltuk  sen ne kadar vazgeçilmez bir şeymişsin?” demeden kendini edemiyor doğrusu.

Beğenelim ya da beğenmeyelim sanatçılar bana göre bir toplumun en büyük övünç kaynağıdır. Çağdaş yönetimlerin görevleri de onlara sınır koymak değil –şayet varsa-onlara konmuş sınırları kaldırmaktır. Biliyoruz ve görüyoruz ki onlar hem tanrının verdiği yetenek hem de kendilerinin emekleri ile ulusal ve evrensel düzeyde sıradan insanlardan çok farklı şeyler üretmektedirler. “Paranızı ben veriyorsam benin dediğim şekilde sanat yapacaksınız” biçimindeki yaklaşımlar hiçbir zaman makbul ve kabul edilebilir yaklaşımlar değildir. Hele hele “Hem devletten maaş alıyorlar hem de dizilerde oynuyorlar,bunları özelleştireceğiz.” çıkışı karşısında “Devletten maaş alıp da beyefendinin onayı ile televizyonlarda spor yorumculuğu yapan milletvekilinden daha mı fazla kazanıyorlar, bu durum nasıl bir çelişkidir” değerlendirmesin yapılabileceği hiç düşünülmez mi? Eğer illa ki özelleştirilecekse tüm iktidarların muhalefetteyken şikayet ettiği ama iktidara gelince kendi kadroları ile şişirerek adeta bir çiftlik haline getirdiği TRT nin özelleştirilmesi gerekmez mi?

Ne diyelim  kendilerine sanatkar dediğimiz insanlara bir yandan meydanlarda “Siz kim oluyorsunuz siz kendinizi ne sanıyorsunuz?” şeklindeki adeta infazsız yargılamalar…bir yanda da “Efendiler, hepiniz milletvekili olabilirsiniz, bakan olabilirsiniz, hatta cumhurbaşkanı olabilirsiniz. Fakat sanatçı olamazsınız”  değerlendirmesi. Fark da burada her halde…

“4+4+4″ REFORM MU? ALDATMACA MI?

Bundan önce yazdığım “4+4+4” başlıklı yazımı blogumu takibedenler hatırlayacaktır. O sıralarda komisyonlarda görüşülmekte olan bu yasa tasarısı gerçekten kamuoyunda geniş yer tuttuğu ve biraz da bizim geçmişimizde  az çok eğitimcilik olduğundan bu konuya bigane kalmayarak dilim döndüğünce sisteme ilişkin düşüncelerimi açıklamıştım.

Ancak geçen zaman içinde ve tasarının TBMM de görüşüleceği günler de yaklaştıkça konu yine ısınmaya başladı. O kadar ki ilgili, ilgisiz her kafadan bir ses çıkıyor, kimileri bunu nerdeyse tarihin en büyük eğitim reformu imiş gibi lanse ederken, bir kesim de geleceğimize yönelik en büyük felaketlerin habercisi olarak sunuyordu. Konunun tek yetkilisi ve sahibi durumunda olan Milli Eğitim Bakanımız Sayın Dinçer’in zaman zaman TV lerdeki açıklamarı da sistemi anlatmakta ve açıklamakta yetersiz kalıyordu. Sayın Bakan sistemin zenginliğini özetle zorunlu eğitimi, orta öğretimi de dahil ederek 12 yıla çıkarılışı, bir çok gelişmiş ülkelerin bunu uyguluyor olması ile açıklıyor, ya da müzik,sanat,spor v.b.seçmeli derslerle öğrencilerin mesleğe hazırlanması imkanlarını öne çıkarmaya çalışıyordu. Zaten yüzde yetmişi bulmuş olan orta öğretimdeki okullaşma oranının zorunlu kapsamına almak için bu kadar gürültü koparmaya değer miydi? diye de düşünmeden edemiyor insan. Bir çoğu açık öğretimde kayıt altına alınacak olan  bu kapsamdaki öğrencilerin hangi kalitede bir eğitim alacağı ise hiç açıklanmıyor ve sorgulanmıyordu. Zaten seçmeli dersler ve diğer anlatılanların bir çoğunu yapmak için yasal düzenlemeye bile gerek olmadığı herkesçe bilinmektedir. Mevcut sisteme dokunmadan da bahse konu iyileştirmelerin bir çoğu kolaylıkla yapılabilecek türden şeylerdir. Ayrıca çok bahsedilen o seçmeli derslere de fazla bel bağlamamak gerekir. Hepimiz okul hayatımızdan çok iyi hatırlıyoruz ki seçmeli dersler meselesi tam bir curcunadır. Mevcut fiziksel ve personel imkanlarına göre öğrencinin karşısına bu dersler seçilmiş zorunlu dersler olarak gelir. Yani hangi yemeği ya da meyveyi yersiniz yerine  “Siz menüde ne yazdığına bakmayın, elimizde şimdilik lahana ve havuç var.  Bu ikisinden birini seçeceksiniz” gibi bir dayatmalı seçmeli ders hatırası çoğumuzun hafızasının bir köşesinde öylece durmaktadır. Hele de sınavlarda seçimlik derslerden soru çıkmayacağı da bilinirse sadece laf olsun torba dolsun seviyesinde kalmak durumundadır bu uygulamalar.

Bir de bu örnekte olduğu gibi işimize geldiği zaman gelişmiş ülkelerin örnek gösterilmesi de bana hiç inandırıcı gelmiyor. Oralarda her orta öğretim kurumunu bitiren öğrenci üniversiteye gidebiliyor mu?.

Bü yüzden de ben bu konudaki düşüncelerimi kim ne yazmış, ya da kim ne demiş üzerinden değil de, şu üzerinde fırtına koparılan kanun tasarısını bizzat okuyayım da ona göre bir değerlendirme yapayım dedim.Bu günkü teknik imkanlarla ulaşmak da çok zor olmadı söz konusu taslağa. Toplam 24 maddeden oluşan metni bir kez okudum. Sonra bir daha okudum. Üşenmedim bir daha okudum. Doğrusunu söylemek gerekirse son derece acemice ve amatörce hazırlanmış bir metin gibi geldi bana. Ne çok büyük heyecen ve hayranlık duydum. Ne de kederimden karalar bağlamamı gerektirecek bir durumdu bana göre. Rize Üniversitesine “Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi”, Kayseri’dekine “Abdullah Gül Üniversitesi”  adının verilmesi, FATİH projesi gibi teknoloji ürünlerinin alımının  Kamu ihale yasası dışında tutulmasını sağlayan maddeler gibi “4+4+4” ile alakasız bölümleri de gördüğümde sadece laf kalabalıklığından başka birşey kalmadı karşımda. Bizim köy kahvelerinde böyle durumlarda çarıklı erkan-ı harb dediğimiz köylüler böyle durumlar için ” Saman çok ama dane yok” derlerdi.

Netice olarak çok önceleri olduğu gibi ilkokul ve ortaokulun ayrılmasından başka gözle görünür birşey getirmiyor bu yasa özetle. Bu ayrılmaya ya da kesintiye gerekçe olarak yıllarca 7 yaşındaki çocukla 15 yaşındaki çocuğun bir arada olmasının sosyal ve pedagojik sakıncaları ileri sürülmüştü. Oysa yasa taslağında iki kademenin şartlara göre bir arada da olabileceğinin açıklandığı düşünüldüğünde bu gerekçenin de pek tutarlı ve samimi bir yönü olmadığı ortaya çıkıveriyor.

Bu durumda da insan ister istemez bu yasa tasarısının amacını yazılan metinlerin ve söylenen sözlerin dışında yazılmayanlarda ve söylenmeyenlerde yani niyetlerde aramak durumunda kalıyor. Bir başka deyişle düzenlemelerden çok düzenlemeyi yapanların akıllarından geçirdikleri daha belirleyici oluyor belki de.Yasa tasarısına muhalif olanlar art niyetli ya da niyet okuyucu olabileceğinden  bizler bu konuda kime itibar etmeliyiz? Acaba sayın Başbakanımızın Dindar bir nesil yetiştirme gayreti ile Sayın Milli Eğitim Bakanımız’a ait olduğu ifade edilen “Türkiye Cumhuriyeti’nin başlangıçta ortaya koyduğu bütün temel ilkelerin laiklik, cumhuriyet, milliyetçilik gibi birçok ilkenin yerini Müslüman bir yapıya devretmesi zorunludur’’ cümlesi içinde mi aramak gerekir bu düzenlemenin amacını? Ya da Hükümetin sadık destekçisi M.  Türköne’nin açıkça dediği gibi “Bu tasarı eğitimle alakalı olmayan bir düzenleme olup, yapılmak istenen aslında din eğitiminin önünü açmaktan ibarettir” ifadesinde mi aramak gerekir gerçek niyetleri?

Neyse bu yasa tasarısı ile beraber ortaya çıkan “Dersaneler kapanacak,Üniversite sınavları kalkacak,eğitim demokratişleşecek,artık halk ne derse o olacak” şeklindeki populist söylemler bu pilavın daha çok su götüreceğinin işareti gibi geldi bana. O bakımdan şimdilik bu kadar ile yetinmekte yarar var diyorum.