TERS KÖŞE

Oğlum Dinçer’in yazılarıma getirdiği yorumda da  belirttiği gibi ülkemizin gündemi çok hızlı değişiyor. Türbanlı milletvekilleri ile ilgili gündem sıcaklığını korurken hemen ardından kızlı erkekli olarak evde kalanların durumu ülkemizin gündemine oturuverdi. Bu konuda da  Başbakanımız  etrafındaki çok yakın bir çok çalışma arkadaşını yine ters köşeye yatırdı.

Hatırlanacağı gibi her şey Sayın Başbakanımız partisinin önde gelenleri ile yaptığı bir toplantıda: “ Kız ve erkek öğrenciler aynı evde kalıyor, buna müsaade edemeyiz .Muhafazakar demokrat yapımıza bu ters.Valiye talimat verdim, bir şekilde denetleyeceğiz” mealinde özetlenecek konuşması ile başladı. Arkasından “Benim valim” sıfatını tam hak ettiğini kanıtlarcasına Adana Valisi de işin yasal boyutu ve kapsamını hiç düşünmeye gerek görmeden Başbakanın sözlerinin kendileri için talimat olduğunu ve gereğinin yapılacağını anında yapıştırdı. Ne diyelim herhalde bizler bu ülkenin kişisel talimatlarla değil, yasalar ile yönetileceği günleri daha uzun yıllar beklemek zorunda kalacağız.

Niye ise kız erkek yan yana gelince bazılarının aklı hep başka şekilde çalışıyor galiba. Konu ile ilk açıklamayı yapan Bülent Arınç devletin bu tür işlerle ilgisinin olmadığını hatta başbakana atfedilen açıklamanın bile asparagas bir haber olduğunu ileri sürerken, başbakanın danışmanlarından biri “Aslında devletin kayıt dışı işleyişi kontrol altına almak ve yasal olmayan işleyişi önlemek için bir denetleme yapabileceğini, konunun çarpıtıldığını” ileri  sürerek kazı çevirmeye çalıştı ama, çok geçmeden  Başbakan söylediklerinin arkasında olduğunu söyleyince bir kez daha bir çok kişiyi tabir yerinde  ise tam ters köşeye yatırmış oldu. Başbakanın ucube diyerek yıktırdığı heykel ile ilgili olarak  zamanın Kültür bakanı Ertuğrul Günay’da durumu kurtarmak için ne şiş yansın ne kebap kabilinden açıklamalar yaparken o da ters köşe yatırılmış ve Bülent Arınç da kendisi için “ Allah onun durumuna kimseyi düşürmesin” temennisinde bulunmuştu. Zaman içinde kendisinin daha beter duruma düşeceğini nereden bilebilirdi ki.

Başbakan ile kurmaylarının ters düştüğü bu tür olayların akabinde benim söylenti ve yakıştırma olduğuna inandığım “Başbakan şunu tokatlamış, bunu tokatlamış” fısıldaşmaları dolaşmaya başlıyor ağızlarda. Hoş düşülen durum tokat yemekten de beter oluyor ya kimin umurunda…

Neyse biz asıl konumuza, yani kızlı erkekli kalma konusuna dönelim. Hatırlarım… Yıllar öncenin siyah beyaz filmlerinde sevmediği biri ile evlendirilmek istenen kız buna karşı çıkarak sevdiği gençle kaçar. Bu durumda daha çok kız tarafının yakınları karakola koşar. Mahalleli ve polis eşliğinde oğlan ve kızın kaldığı eve baskın yapılır. Hulisi Kentmen kıvamında komiser genç aşıkları ayak üstü sorgular. Onların “Biz isteyerek kaçtık” beyanlarından sonra nüfus kağıtlarını dikkatlice inceler ve kendisini meraklı gözlerle izleyen kalabalığa: “Maalesef yapacak bir şey yok. Her ikisi de reşit durumda” der ve kalabalık kös kös geriye döner. Bu anekdot dahi yıllar önce en uç ihtimal karşısında bile olanı ve olması gerekeni çok güzel özetlemiyor mu?

Belli yaşa gelmiş, belli sorumluluklar üstlenmiş, seçme ve seçilme olgunluğuna gelerek bu konudaki tercihlerine güvendiğin insanların yaşama biçimleri hangi yasal yetki ile kontrol edilebilir ki? Sayın Başbakan bu gibi konularda soru soran gazetecilere de eğer soru sipariş ve çanak bir soru değilse cevap vermek yerine “Size bu soruyu kim sordurdu, sizin kızınız olsa razı olur musunuz, çok istiyorsanız siz öyle yapın” şeklinde cevaptan çok yargılamaya ve fırçalamaya dönük karşılık verdiği için konunun normal şartlar altında konuşulup, tartışılması da mümkün olmuyor. Kaldı ki bir özgürlüğün yaşanması için illaki herkes tarafından kabul görmesi de gerekmez. Gazeteci ya da bir başkası kendi oğlu veya kızı için uygun görmeyebilir ama başka türlü düşünenlere de -yasa dışı birtakım işler yapılmıyorsa ve başkalarına zarar vermediği sürece- saygı gösterilmesi gerekmez mi? Aksi halde bundan 200 yıl kadar önce her demokratik yaklaşım için ölçüt olarak benimsenmiş Voltaire’in “Senin gibi düşünmüyorum ama senin düşüncelerini açıklaman için canımı bile verebilirim “ şeklindeki sözün çok çok gerisine düşmüş olmaz mıyız?

Aslına bakarsanız Sayın Başbakanımızın bu çıkışlarının ben rastlantı olmadığını düşünmekteyim. Tabanda bu tür söylemlerin getirisi hesap edilerek atılmış bir adıma benziyor daha çok. Geçmişte gerilim ve kutuplaşmaların epey meyvesini de topladı.Uzun yıllar türban üzerinden dindarlık ve karşıtlığı sahnelendi ve bu mağduriyetten yeterince mahsul toplandı. Artık burada ekmek kalmayınca yine muhafazakar toplumun hassas olduğu kız erkek ilişkileri üzerinden ehli namus ve karşıtlığı kutuplaşmasının rant getirebileceği de hesaplanmış olabilir. Bilmem… Olur mu olur…

 

TÜRBANLI VEKİLLER……

Ülkemizde yıllardır üzerinde çok konuşulan başörtü ya da türban konusunda geçtiğimiz günlerde tabir yerinde ise bir final yaşandı ve nihayet yüce parlamento sanırım dört  adet türbanlı vekiline kavuştu. Gerçi milletvekili seçildiklerinde başları açıktı ama daha sonra hac farizalarını yerini getirmelerine müteakip böylesi bir kıyafetle yasama çalışmalarını  yürütecekleri açıklandı. Zaten daha sonrasını herkes biliyor.

Kapsamı ve içerdiği konular itibari ile epey zenginleşen blogumda uzun süre bu konuya yer vermedim. Çünkü konu çok karmaşıktı ve kör bir insanın fili tarif etmesi gibi herkes bakış açısına göre çok farklı şeyler söylüyordu. Nihayetinde benim de bu konu üzerinde söyleyecek ve yazacak bir şeylerim olmalıydı.  Olay en üst düzeyde bir şekilde çözüme ve de açıklığa kavuştuğu için  konuya belki daha sağduyulu yaklaşabiliriz diye düşünüyorum.

Ben öncelikle bu durumun tek yönlü bir konu olmadığını o yüzden de farklı yönleri ile irdelenmesi gerektiğini kabul edenlerdenim. Çok basit gibi görünen bu olaya dini, yasal, toplumsal ve siyasal yönlerden baktığımızda karşımıza farklı fotoğraflar çıkabilir. Ben bir din adamı olmadığım için konu ile ilgili yüce kitaptan bir kaç ayetten bahsedip  ve arkasından da vardır,yoktur, vardır ama bağlayıcı değildir, şu şekilde olmalıdır, bu şekilde olmalıdır şeklinde ahkam kesmek de istemiyorum. Kaldı ki bu konuda alanlarında son derece yetkin olduklarına inandığımız bir çok ilahiyatçı akademisyenin bile aralarında tam olarak uzlaşamadığını görmekteyiz. O bakımdan bence eğer birey ben böyle inanıyorum ve düşünüyorum diyorsa iş bitmiştir. Buna da sadece saygı göstermek gerekir diye düşünüyorum. Ancak belki birçok din otoritesinin itiraz edemeyeceği  “Baş açık olarak da inançlı ve dindar olunacağı gibi baş örtülerek de günahkar olunabilir” şeklindeki sözümle dini yaklaşım ile ilgili bölümü bitirmek istiyorum.

İşin hukuki ya da yasal yönüne gelecek olursak yıllardır “Yasaklara hayır, türbana özgürlük, halkımızın yüzde yetmişinden fazlasının kullandığı başörtüsü nasıl yasaklanır” feryatlarını hepimiz hatırlarız. Bana en ironik olanı da en son cümledeki çelişkili sorgulama gelirdi. Yani hem halkın yüzde yetmişinin baş örtüsünü rahatça kullanabildiğini öne sürüp hem de yasaklandığını söylemek konuya nasıl toptancı yaklaşıldığının bir göstergesiydi belki. İşin doğrusu başörtüsü konusunda kamuda var olan bazen de uygulamadan kaynaklanan bazı sıkıntıların ve sınırlılıkların mevcudiyetinin ifade edilmesi idi. En son açıklanan açılım paketinden çıkan kamuda başörtüsünün kullanılması ile ilgili müjdenin içinde de hatırlanacağı gibi askeriye,emniyet ve yargı kurumları yoktu. Bazıları her ne kadar buna itiraz etse de demek diğer özgürlüklerde olduğu gibi bununda gerektiğinde sınırlaması oluyormuş. Burada önemli olan bu sınırlamanın anlamı ve kapsamı olsa gerek. Benim ölçülerime göre bu sınırlamada hizmet alan ve hizmet veren kriterleri esas alınmalıydı. Hizmet alanlar için – ki üniversite öğrencileri de bence bu kapsamdadır- hiçbir sınırlama olmaması ve sınırlamanın sadece kamuda hizmet verenler için geçerli olması, yüzünü batıya yani çağdaş dünyaya dönmüş demokratik,laik sosyal bir hukuk devleti olan Türkiye için en uygun çözüm olması gerekirdi. Tabi popülist politikalar  ve seçmene şirin görünme uğruna bu çizgi pek dikkate alınmadı ve sonunun nereye varacağını tahmin edemediğimiz günümüz noktasına ulaştık.

Gelelim meselenin sosyal ya da günlük hayatımızdaki yaşanmakta olan durumuna. Dini,yasal ya da siyasal yaklaşımlardan uzak bir şekilde bence konunun en çok bu yönü ile değerlendirilmesi ve sorgulanması gerektiği kanaatindeyim. Sorgulamanın da kadınlar adına erkekler tarafından değil bizzat kadınlar tarafından kadın erkek eşitliği, kadın kadın eşitliği bazında ve evrensel anlamda yapılması gerekmektedir. Bunun için de kadınlarımız en tepesinden başlayarak kendi durumlarının farkındalığını yaşayarak ısrarlı ve gerekirse insafsız bir biçimde muhataplarını soru yağmuruna tutabilmeli. Sözgelimi Devletin tepesindekilerin eşleri “Sen Fransa başkanı, Amerikan başkanı gibi giyiniyorsun da ben niye onların eşleri gibi giyinemiyorum.” şeklindeki soruları sorabilir hale gelmelidir.  Ülkemiz her yönden her geçen gün gelişiyor ve zenginleşiyor. Kişi başına milli gelirimiz iki bin dolardan on bin dolara çıktı. Ülkemizin insanları da -özellikle kadınlar- dünya ölçeğinde hemcinsleri ile her alanda rekabet edebilmeli. Bunun içinde en basitinden yetenekleri doğrultusunda aldığı eğitimle dünyanın sayılı balerini, gerektiğinde rahibe ya da fahişe rolünü de en iyi şekilde oynayabilecek tiyatro sanatçısı, ya da sportif alanda en iyi yüzücü, yüksek atlayıcı v.b   olabilmeyi hayal edebilmeli ve de gerçekleştirebilmelidir. İmkanları ve yeteneği olmasına rağmen bunları yapamıyor ise bacımın baş örtüsü sadece başını değil, geleceğinin, hayallerinin, yeteneklerinin, özlemlerinin de üstünü örtmüş olmuyor mu? Bu durumda yüce kitapta yüzlerce yerde geçen “İnsanlığın hayrına olan işlerde yarışın” ifadesi daha belirleyici olmaz mı? Yoksa kadınlarımız  bazılarının ağzında gevelediği ve hatta nerede ise yasalaştırmak için uğraştığı kadınların yapabileceği işler kıskacını kendileri için yeterli mi görmektedir. Kalkınmanın sadece zenginleşmek olmadığını artık herkes bilmektedir. Kadınların tercihini bilmem ama ben bir müslüman olarak zengin bir Kuveyt ya da Suudi Arabistan yerine aynı zenginlikteki İsveç ya da Norveç te yaşamayı yeğlerim

“Herkesin başını örtmesi diye mecburiyet yok. Biz başı açık olanların da teminatıyız” gibi pek inandırıcı gelmeyen beyanları da son günlerde duyunca ister istemez işin siyasi yönüne hafiften girmiş olduk. Bizim belki de millet olarak  en belirgin özelliklerimizden biri de söylemlerimiz ile eylemlerimiz arasında belli bir tutarlığın olmamasıdır. Gerçekten her gruba ve her kişiye eşit uzaklıkta, deyim yerinde ise nötr bir devlet anlayışı olsa zaten hiç kimsenin hiç bir şeyden kaygı duymasına gerek bile olmaz. Eğitim sisteminin yapılanmasından başlayarak açık olarak beyan edilen dindar insan yetiştirme gayretleri kimsenin meçhulü değildir. Belli bir  grubu koruyan kollayan, özendiren bu anlayış ister istemez akla “ Demokraside tüm insanlar eşittir, ama bazıları daha fazla eşittir” özdeyişini getirmektir.

Aslında yazımın başında belirttiğim milletvekillerinin beyan ettikleri tercih bile bana göre kişisel olmaktan çok siyasal bir içerik taşımaktadır. Bilinmektedir ki Türkiye’deki siyasal partilerin özellikle de iktidar partisinin yapısında “liderlik sultası” dediğimiz olgu tartışılmaz bir gerçektir. Hakan Şükür vekilimizin veciz olarak ifade ettiği gibi büyükler her şeyin en doğrusunu bilir ve onların dediği olur. Yani bu hanım vekillerimiz genel başkanlarından bir işaret almasalardı ya da kulaklarına “ Durun henüz erken” şeklinde sözcükler fısıldanmış olsa idi bu tercihlerini yapabileceklerine hiç ama hiç ama ihtimal vermiyorum. Kendileri böylesine siyasal bir oyunun figüranı olmakla belki bir dönem sonrasının alt yapısını da oluşturmuştur ama, kamu vicdanına bakıldığında Allah korkusu ile genel başkan korkusu arasında sıkışmış olarak değerlendirilmekten kurtulamayacaklardır.

 

RAMAZAN’IN DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ

Kendimi bildim bileli Ramazan orucunu tutmuşumdur. Gerçi son yıllarda biraz yaz mevsiminin uzun günlerine rastlaması biraz da yaşımızın biraz ilerlemiş olmasından dolayı bazı firelerimiz olmakla birlikte bu kural pek bozulmamıştır. Bu ibadetin kendine özgü manevi haz ve huzurunu yaşarken keyfimi kaçıran durumlar da yok değil.

Ben öncelikle her türlü inanç ve ibadetin yaratan ve yaratılan arasında kalması gerektiğini düşünmüşümdür. Bu sınırların dışına çıktıkça yapılanların ve yaşananların büyüsü bozuluyor gibi geliyor bana. Bu sınırı da bana göre en iyi laiklik kavramı çiziyor. Gerçi başbakanımızın “İnsan laik olmaz devlet laik olur” gibi veciz ifadelerinden de bir şey anlamış değilim. Yani yasalara “Devlet laiktir” diye yazdığınızda işlem tamam oluyor. Devlet denen aygıtı yönetmekle sorumlu olan insanların beyinlerinde laiklik kavramı yeterince yerleşmemiş ve içselleştirilmemişse yazılı olan kavramların hiç bir kıymeti harbiyesi olmayacaktır. Ayrıca laiklik sadece çağdaş yönetimlerin değil, inanç sistemlerinin de teminatı ve ön şartıdır bana göre. Yani bazı aklı evvellerin dediği “Hem laik hem müslüman olunmaz” önermesi yerine “Laik olunmadan gerçek inanç sahibi olunmaz” saptaması bana daha gerçekçi geliyor. Böyle olunca da günümüz Türkiye’sinde sapla samanın karıştığı durumlar görünce ister istemez canımız sıkılıyor.

“Başbakan filan camide kıldığı cuma namazı çıkışında yaptığı açıklamada” diye başlayan söylemlere ve Ramazan ayında  verilen  iftar yemeklerinin  bir siyasi propaganda şovu haline getirildiğine herkes tanık olmaktadır. Monitörü dahil olmak üzere özel olarak hazırlanmış kürsüde “İcraatın içinden” ve “Ulusa sesleniş” programlarını izliyor hissine kapılıyorum. Ya da salı günleri yapılan parti grup toplantısının değişik versiyonlarının  “Türkiye seninle gurur duyuyor” temposu eksikliği ile bir çok televizyon kanalından canlı olarak verilmesinin,  iftar yemeği ile ne alakası var ben anlayabilmiş değilim. Bilindiği gibi sayın Başbakanımız bu konuşmalarında uzun uzun hükümetlerinin başarılarını anlatıyor ve Ülkeyi ne kadar müreffeh, demokratik ve özgür hale getirdiklerini tekrarlıyor. Sanırım kendisinin bu konuda iki çeşit özgürlük anlayışı var. Birincisi konuşma özgürlüğü, diğeri de dinleme özgürlüğü. Kendince yaptığı iş bölümüne göre de konuşma özgürlüğünü kendisi için, dinleme özgürlüğünü de kendi dışındaki herkes için uygun görmüş. Halk arasında insanın kendi kendini övmesi pek uygun bulunmaz ve “Bırak da seni başkaları övsün” denir. Zaten Başbakanın ve  Hükümetinin övgüsünü Paul Joseph Goebbels’e taş çıkartacak gönüllü  -ya da gönülsüz- olarak büyük miktarda görsel ve yazılı medya  ordusu  bulunduğu da hepimizin malumudur.

Halbuki böyle olacağına yani cuma namazlarını, ya da iftar yemeklerini siyasi propaganda için fırsat saymak yerine, kendilerine bu gibi durumlarda bir mikrofon uzatıldığında “Şu anda bütün inananlar gibi ben de yaradan ile uhrevi ve  kişisel bir ilişki içindeyim. Gündeme ilişkin sorularınızı yarın yapacağım basın toplantısında ayrıntılı olarak cevaplayacağım “ diyebilme olgunluğunu gösterebilse  ve bu toplantıları da Mehmet Barlas, Fatih Altaylı ve Jöleli danışmanın çanak ve sipariş soruları ile değilde, Satış ve izlenme sayılarına göre önde gelen 10 yayın kuruluşunun ya da sivil toplum örgütleri temsilcileri ile gerçekleştirse ortaya çıkan fotoğraf daha demokratik ve daha özgürlükçü bir Türkiyenin fotoğrafı olmaz mı? Tabi böyle olduğunda da:

“Sıfır sorun hedefli olarak övündüğünüz dış politikada başta suriye ile olmak üzere öngörüsüz bir hamle yaptığınız şeklindeki değerlendirmelere katılıyor musunuz? Stratejik derinlikli politikalar stratejik rezillik haline gelmiş olabilir mi?”

“Kullanmayın şu kredi kartlarını şeklinde bir beyanınız oldu. Daha önce de maliye bakanımız kredi kartı kullanımı artınca kayıt dışılık da önlenmiş olacak demişti. Bu durum bir çelişki değil mi?

“Birlikte çalıştığınız MİT müsteşarının yargılanmasını önlemek amacı ile saatlerle ifade edilecek hızda kişiye özel denebilecek bir yasal düzenleme yapıldı. Aynı durumdaki Eski  Genel kurmay Başkanı terör örgütü üyeliğinden tutuklu olmasından üzüntü duyduğunuzu söylemiştiniz.Bu konuda da bir yasal düzenleme yapmayı düşünüyor musunuz?”

“Çözüm sürecinde Görüşen şerefsizdir, Ben görüşmedim devlet görüştü çizgisinden sonra devletin adeta bir kurye görevi üslenmesi konusunda ne düşünüyorsunuz?”

“Suç işlemiş ve suç işlemek üzere silahlanan terör örgütü mensuplarının yurt dışına çıkışları konusunda gösterilen anlayış başta Silivri ceza evindekiler olmak üzere diğer tutuklu ve mahkumlar için de gösterilecek midir?”

“Yıllardır gizli tanıklar-ki bir kısmı eski PKK olan- ve bir çok hukuksuzluklarla sürmekte olan Balyoz, Ergenekon, Casusluk, 28 Şubat davaları Oslo görüşmelerindeki PKK ile mücadele eden TSK mensuplarının savaş suçlusu olarak yargılanması talebinin farklı bir yöntem ve görüntü altında yerine getirilmesi gayreti olarak yorumlanabilir mi?” şeklindeki şeytanca sorulara cevap verme mecburiyeti doğacaktır. Sayın Başbakanımız buna ne kadar hazırdır bilemeyiz ama benim asgari beklentim bu.

 

ALTINOLUK’TA VUSLAT ZAMANI

2013 Mayısının başlarına rastladı bu yılki Altınoluk ile buluşmam. Özlemişim bu coğrafya parçasını. Kuş sesleri eşliğinde sabah yürüyüşlerini,iğde ağaçlarının ve  hanımelilerin kokularını,kimsenin sahiplenmediği ama herkesi sahiplenen sokak köpeklerini -birisi tarafından ısırılmış olmama rağmen- bile özlemişim. Deniz kıyısında biraz gezinip iyot kokusunu ciğerlerinize çektikten sonra çay bahçelerinin birinde oturup bir yandan çayınızı içerken bir yandan da kitabınızın sayfalarını çevirmek çok sıradan ve sıkıcı gelir belki bir çok kişiye ama bu benim hoşuma gidiyor. İstanbul’un kaos ve karmaşasından sonra son derece sade,basit,kolay ve dingin bir hayat tazı karşılıyor insanı burada.

ALTINOLUK’TA VUSLAT ZAMANI

Burasının bir özeliği de İstanbul’da çeşitli sebeplerle buluşamadığınız dostlarla hiç bir program yapmadan sizi buluşturmasıdır. Bunlardan birini de geçtiğimiz günlerde yaşama fırsatı bulduk. Ta 1970 li yıllarda Beykoz’da öğretmenlik yaptığım senelerde başlayıp, Eğitim Enstitüsünde öğrencilik yaptığımız yıllarda da devam eden dostluğumuzun olduğu Kıyasettin beylerle buluşuverdik. Oysa her ikimiz İstanbul’da yaşıyor olmamıza rağmen bu büyük şehir bize bu cömertliği sağlayamıyordu. Birlikte yediğimiz akşam yemeği ile ertesi gün Altınoluk’ta Çınar altında yaptığımız kahvaltıda bu dostlarla güzel vakit geçirdik. Bu güzel dakikaları sanıyorum bize bu coğrafya armağan ediyordur. Bu arada Altınoluk’un köy içindeki asırlık çınarlarının serinliğinde karadut ya da koruk suyu ile birlikte kapaktan kesmeyi herkese tavsiye ederiz.

 

YAKIN GÜZELLİKLERİMİZ / KAVAKLI PARK

Ataköy’deki “Kavaklı park” sanırım bu yörede yaşayanlarca bilinmektedir. Nezih bir yerleşim yeri olma özelliğini taşıyan Ataköy’e sıcak yaz aylarında serince bir gölge arayanların uğrak yeri olan bu parkın Ataköy’e ayrı bir güzellik kattığını söyleyebilirim. Adını belki de içinde bulunan yıllanmış kavak ağaçlarından aldığını tahmin ettiğim bu parka Bakırköy Belediyesi bir kadirşinaslık örneği göstererek 2005 yılında aramızdan ayrılan Attila İlhan anısına bir heykelini diktirerek onun adını vermiş ise de dillerde hala eski ismi ile anılmaktadır.

IMG_6060

Türk edebiyatı ve fikir hayatında önemli bir yeri olan Attila İlhan (1920-2005) yarım asırdan fazla süren fikir hayatına romancı, şair, gazeteci, senarist, deneme, eleştiri yazarlığı gibi sıfatları da ekleyebilmiştir. Onun eserlerinde ve sohbetlerinde ilkeli ve ödünsüz kişiliğini, yurt ve insan sevgisini fark etmemek mümkün değildir. Şiir ve romanları yanında özellikle günlük hayatta birçok kişi tarafından son derece sığ olarak kullanılan bazı kavramlar üzerine yazdığı  Hangi ? sözcüğüyle başlayan kitapların ( Hangi sağ?, Hangi sol?, Hangi Atatürk? vb.) benim için çok aydınlatıcı olduğunu söyleyebilirim.

YAKIN GÜZELLİKLERİMİZ / KAVAKLI PARK

11 Mayıs Cumartesi günü işte sözünü ettiğim bu Kavaklı/Ya da Attila İlhan parkında her yıl bu mevsimde nerede ise gelenekselleşen bir kermes etkinliğine eşimle birlikte katıldık.

YAKIN GÜZELLİKLERİMİZ / KAVAKLI PARK

Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneğinin Bakırköy şubesi tarafından gerçekleştirilen bu kermeste görev alan birçok değerli arkadaşımızın son derece özveri içinde çalışmalarını yürüttüklerini belirtmeliyim. Kermes sırasında eskilere dayanan dostluğumuzun bulunduğu birçok arkadaşla buluşmamız da ayrı bir sevinç ve mutluluk kaynağı oldu bizim için.

YAKIN GÜZELLİKLERİMİZ / KAVAKLI PARK

Burada geçirdiğimiz zaman içinde kermes alış verişi dışında Bakırköy sanatçılarının katkıları ile müzik, dans ve miniklerin folklor gösterilerine de tanık olduk. Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği Bakırköy şubesinin değerli başkanı Gülşen hanım ve arkadaşlarına emeklerinden dolayı teşekkür etmek yetmez biliyorum ama yine de çok teşekkür ediyorum. Çorbada bir kaşık tuzumuz olması arzusu ile kurulan tezgahlardan bir kaç alış veriş yaptıktan sonra gelecek kermeslerde buluşmak üzere mekandan ayrıldık.

 

ARADA BİR İSTANBUL / FİL DAMI

1986 yılından bu yana Bakırköy’ün Osmaniye mahallesinde yerleşik hayatımızı sürdürmekteyiz. Daha önce İstanbul’da geçirdiğim öğrencilik öğretmenlik yıllarımı da sayarsak 63 yıllık hayatımın yarısını bu şehirde geçirmiş olduğumu söyleyebilirim. Uzun yıllar hem kahrını çektiğimiz  hem kahrımızı çeken bu kentle ilgili  yazıları “ARADA BİR İSTANBUL”   başlığı altında blogumda dilim döndüğünce yazmaktayım. Bu yazımda da evimize 5-10 dakikalık yürüme mesafesi yakınlığındaki Fil Damından bahsetmek istiyorum.

 

Günümüzden 1500 yıl kadar önce Bizans’ın altın çağı olan 5. ve 6. yüzyıllarda inşa edildiği  tahmin edilen 127.00 m. X  76.00m. büyüklüğündeki yapı Veli efendi hipodromunun hemen karşısındadır ve  İstanbul’un 4 büyük sarnıcından biri olduğu kabul edilmektedir. Herkes tarafından kabullenilmiş olan “Fil Damı” isminin yakıştırma  ya da rivayet olarak değerlendirenler de  vardır. 1996 yılından sonra konser ve gösteri merkezi olarak düzenlenmiş, bir çok yerli ve yabancı müzik gruplarının konserlerine de ev sahipliği yapmıştır. Bunun dışındaki zamanlarda da bölge insanlarının yürüyüş ve spor etkinliklerini gerçekleştirecekleri bir mekan olarak değerlendirilmektedir.

Fil damının hemen yanı başında yakın zamanlarda Bakırköy Belediyesi tarafından düzenlemesi yapılmış olan “Şehit Polis Mustafa Yurter” parkı da  bu tarihi yapı ile bir bütünlük teşkil etmektedir. “Keşke bunlardan onlarcası olsa” diye özlemini duyduğumuz  bu parkta  fil damında yapacağınız yürüyüşle birlikte torunlarınızla ya da çocuklarınızla hoşça vakit geçirebilirsiniz .

 

KOCA ÇINAR

Anne ve babası hayatta olan nadir şanslı insanlardan sayılırız sevgili eşim ve ben. Bu büyüklerimizin yaşları 85 civarında olduğu için zaman zaman sağlık problemleri yaşamalarını da doğal kabul ediyoruz. Rahmetli dedemin “70 yaşından sonraki insanların duaları peygamber duası değerindedir” sözünü hep hatırlarım. Bu yüzden de imkanımız elverdiğince büyüklerimizin yaşamlarını kolaylaştırma ve onların hayır duasını alma gayretlerini karınca kaderince sürdürüyoruz. Fakat geçtiğimiz günlerde Nuray’ın babası ciddi bir rahatsızlık geçirdi ve sevenlerini hayli korkuttu. Tokat Devlet Hastanesinde kaldığı  yaklaşık 10 günlük tedavi süresinde Nuray da ona refakat etti. Şükür tehlikeyi atlatarak salimen evine döndü. Hastane günleri içinde Nuray hissettiklerini bazen bir peçeteye bazen ambalaj kağıdına yazmış. Ben de onları aşağıda yazıya döküyorum ve  aynı zamanda da blogumun ilk konuk yazarı ile sizleri baş başa bırakıyorum.

KOCA ÇINAR

Hastane önünde “İncir ağacı” yok. Hastane önü kalabalık, derdine derman arayan insanlarla dolup taşıyor. Ağlayan,acı çeken teselli arayan insanlarla dolu..Sürekli gelip giden arabalar,her tondan feryatlar, ambulans seslerine karışıyor. Hastalar, ziyaretçiler, refakatçiler, görevliler tam bir ana baba günü yani..Evet hastane önünde “incir ağacı” yok. Aslında memleketimde ağaç yok. Yok ediliyor hepsi, yerlerine şekilsiz beton yığınları yükseliyor. Çocukluğumuzun bağları, bahçeleri de yok artık .

Hastanede günler uzun, geceler uzun, geceler kasvetli ve sanki hiç bitmeyecekmiş gibi. Tokat Devlet hastanesinde babam ve ben. Birlikte mutlu, bir o kadar da gelecekten umutlu. Doktorlardan iyi haber duyma hasreti ile geride bırakılan günler, sağlıklı sabahlarda evde uyanmak için edilen dualar, dualar, dualar…

Üç gün yatak, dördüncü gün toprak diyen babam korkutma bizleri. Bu gün hastanede 4. günün, toprağa o güçlü ayaklarınla yürümek için kalk ayaklan, canlan artık. Karaman bükü seni bekliyor. Otlar yemyeşil, çiçekler rengarenk Çocuklarının gözü yaşlı, eşin umutlu, hepsi umutla seni bekliyor. Zor da olsa yürü,yürü babam.

koca çinar

Koca Çınar benim babam. 85 yıllık koca bir çınar..Öylesine güçlü bir çınar ki gövdesinde 8 koca dal yüklü. Bütün ömrünü ve gücünü dallarına adadı. Bir de başucunda çok sevdiği 67 yıllık hayat arkadaşı.. annemiz.. Uğruna “Karadır kaşların ferman yazdırır” türküsünü dilinden düşürmediği” annemiz..hepimiz başucundayız..sadece bir dal eksik.Tutsak ettiler bir yıldır bir dalımızı .. Koca çınar eksik olan bu dalını çok özlüyor. Dayan koca çınar biraz daha dayan. Eksik dalına kavuşmak için dayan. O eksik dalı hepimiz çok özlüyoruz.

Düştüğü yerden kalkmaya çalışıyor koca çınar dallarından destek alarak. Dalları güçlerini birleştirip koca çınarı yeniden canlandırmak için yarışıyor.Koca çınar mutlu, dalları ona güç kattığı için fakat koca çınar üzgün, ayağa kalkamadığı için. Ama koca çınar yine de umutlu yarınlar için…

Sen çok iyi baba oldun bize Koca çınar. Okur yazar değildin,diploma sahibi değildin ama irfan sahibi idin. Hayat üniversitesinin diplomalarındaki yıldızlar saymakla bitmez. “Ceketimi satarım yine çocuklarımı okuturum” diyerek fedakarlığın sınırsızlığını, “Kızlarımı ordunun içine göndersem gözüm arkada kalmaz” diyerek bizlere olan güvenini gösterdin. Güç ve güven verdin hep bize. Allah seni başımızdan eksik etmesin.

 

BUYRUN BURADAN YAKIN

Mevcut iktidarın birçok icraatını eleştirirken, sağlık konusunda yaptıkları düzenlemelerin en azından eskisine göre ve vatandaşa yansıyan yönü ile olumlu bulduğumu ifade etmişimdir. Bölük pörçük olan hastanelerin birleştirilmesi, randevu sisteminin yerleşmesi, aksayan bir çok yönünün olmasına rağmen tam gün yasasının uygulanışı gibi hususlar bana göre önemsenmesi gereken hususlardı.Bu vesile ile yıllardır yaşanan hasta ile hekimin buluşmasının önündeki engellerin bir dereceye kadar aşılmış olduğunu da söylenebilir. Eş dost arasında ben bunları dillendirdiğim zaman bir çok arkadaşım da yapılanların pek de önemli olmadığını gelişen teknoloji doğrultusunda bunları hangi hükümet olsa zaten yapacağını  ifade ediyordu.Tabi bunun dışındaki ince hesaplar, istismarlar, katkılar, farklar v.b diğer durumlar ayrıca tartışılabilir.

İşlemekte olan sağlık sistemi çerçevesinde iki buçuk yıldan beri babamın sağlık kontrollerine İstanbul’da başladık ve son bir buçuk yıldan beri de Tekirdağ N.K.Ü. Tıp Fakültesi hastanesinde yaptırmaktayız. Son kontrolde bazı yakınmaları sonrasında Rektoskopi işlemi önerildi. İlgili bölümden de bir ay sonrasına (5 Nisan saat:13.00) gün verildi. Günü ve saati geldiğinde bir gün öncesinden gerekli hazırlıklar da tamamlandıktan sonra belirtilen yerde geldik. Saat 13.05 de görevli elimizdeki kağıdı aldı bize: “Hemşire hanım hastayı hazırlasın,işlemi yapalım” dedi. Ben de “Sistem ne de güzel işliyor” diye düşündüm. Ancak aradan neredeyse bir saate yakın zaman geçmesine rağmen  ne hazırlayıcı ne uygulayıcı ortada yoktu. Bir ara içeriye beyaz önlüğü ile oldukça da genç bir kız girince durumu tekrar sordum ve o da  görevlilerin ancak saat14.00 den sonra gelebileceğini söyledi. Ben bu bir saatlik gecikmenin sebebini sorunca belki çocuksu bir saflıkla “Görevliler Cumaya gitti. ancak gelirler” dedi. Biraz tecrübeli veya tembihli olsa serviste, acilde, toplantıda gibi joker sözcükleri de kullanabilirdi. Tabi bu durumda canım sıkılmadı diyemem.  Ben de cumalara olabildiğince gitmeye çalışırım ama babamıza yapılacak hizmetin bu saate rastlaması bize daha hayırlı bir iş yapma fırsatı verdi diye düşünerek bu haftalık ara vermek zorunda kaldım. Gerçekten saat 14.00 civarında görevliler geldiler. Ellerine birkaç dakika sonra 83 yaşındaki babamızı teslim edeceğimiz kişilere tabi ki bir şey de diyemedim. Ayrıca şu sıralar konjoktür de pek uygun sayılmaz “karşı mısın? insanlar inandığı gibi yaşamasın mı?” salvolarına da hazırlıklı olmak lazım. Beni işin mesai saati,yasal sorumluluk v.b yönlerinden çok etik yönü düşündürüyor. 83 yaşında ve 24 saate yakın bir süredir aç ve susuz olarak bekletilen bir kişiye daha önceden öngörülen hizmeti bir saatliğine de olsa geciktirmenin insani, vicdani, islami sorumluluğu sorgulanıyor mudur acaba diye içimden geçti. Sonra da rahmetli dedemin “İnsanlar en büyük günahları sevap işlemek üzere yola çıkarak gerçekleştirirler” sözünü hatırladım birden.

 

BİNDİK ALAMETE……..

İçeriği, sonucu belli olmayan veya her anlamda belirsizliklerle dolu olay ve durumlar ile ilgili olarak halkımızın çok güzel bir deyişi vardır. “Bindik alamete, gidiyoruz kıyamete” şeklindeki bu söz bu günlerde herkesin kendi beklentileri ile doldurarak yaldızladığı daha çok İmralı patentli çözüm süreci için tam yerinde bir ifade gibi geldi bana. Aynı resme bakarak hem cenneti hem cehennemi tarif eden yazar, çizer ve medya tayfasını da görünce yukarıdaki halk deyişi daha bir derinlik kazanıyor.

Gerçi Sayın Başbakanımız “Tek devlet, tek millet, tek bayrak” diyerek sanki sürecin sınırlarını çizer gibi oldu ama cümle galiba biraz eksik kaldığı için tam olarak anlaşılamadan karambole gitmiş oldu. Sayın Başbakanımız tek devlet, tek millet,tek bayrak derken bunları isimlendirmedi. Tek olarak ifade edilen bu kavramların devamı ve tamamlayıcısı olması gerekmez miydi? Bir başka ülkenin Başbakanı olsa mesela “Tek millet vardır o da İngiliz/Alman/Fransız milletidir.Tek bayrak vardır o da İngiliz/ Alman/Fransız bayrağıdır.” şeklinde ifadesini netleştirebilirdi. Tabi böyle bir netlik olmayınca bu yıl Diyarbakır’da düzenlenen Nevruz kutlamalarında her renkten bayrak olmasına rağmen sadece ülkemizin bayrağını göremedik. Bol bol barıştan, birlikten, bütünlükten bahsedilirken bütün bunların sembolü olan bayrağımızın orada olmayışını ben en azından samimiyetsizlik olarak görmekteyim. Gerçi medyada bu ve benzeri konular gündeme geldiğinde iktidarın adeta bağımlılık derecesinde yandaşı Nagehan Alçı Hanımefendi “Bu büyük günün coşkusunu bu tür küçük ayrıntılarla gölgelemeyelim, nereden nereye geldiğimize bakalım” biçimindeki veciz açıklamaları ile bayrağımızı bir teferruat gibi gösterse de içimizi biraz rahatlattı (!) Aslına bakarsanız eğer bu heyecanı ve coşkuyu duymuyorsa göstermelik olarak birkaç bayrağın asılması da bir başka samimiyetsizliğin örneği de olabilirdi. Kim bilir belki de bayrakların coşku ile sallandığı, meydanların adeta gelincik tarlasına döndüğü Cumhuriyet mitinglerinin akıbetlerinden korkulduğu için bayrağımız meydanlara sokulmamıştır (!)

En hazini de bu durumu şiddetle eleştiren ve kınayan çiçeği burnunda İçişleri Bakanımız Muammer Güler’in durumu. Bir taraftan adeta tarihi bir olay gibi devlet vasıtası ile İmralı’nın (Biz de modaya uyalım sembollerle konuşalım) mesajını canlı yayınlarla dünyaya duyurulması gayretlerine yardımcı olunuyor, diğer taraftan da resimlerin asılmasının yasak olduğunu yasal işlem yapılacağı ifade ediliyor.Bu ne yaman bir çelişkidir ve durum ne kadar kontrol altındadır hiç emin değilim. Bir İngiliz deyişinden söz edilir “Eğer saldırıya, tecavüze uğrar,başınıza kötü bir şey gelirse,ayrıca hiç kurtulma şansınız da yoksa bari durumdan zevk almaya bakın” biçiminde bir söz. Biz de durumdan zevk almaya mı çalışsak yoksa.

Blogumdaki yazılarımı takip edenler beni iflah olmaz bir muhalif olarak mı tanıyorlar diye düşünüyorum bazen. Aslına bakarsanız benim süreç (adı barış olsun çözüm olsun her neyse) ya da uygulanan yöntemden çok bu konudaki ilkesizliklerle, samimiyetsizliklerle problemim var. Ben ülkemde inanç ve etnik yönlerden kendini farklı hisseden tüm insanlara çağdaş/evrensel normlardaki tüm demokratik ve kültürel hakların eksiksiz olarak verilmesi gerektiğini düşünürüm. Bunun yolu yöntemi ve tecelli edeceği yer de bellidir. İmralı’nın icazet ve inisiyatifine ihtiyaç niçin duyulur. İşte anlayamadığım şey de bu.

 

VE KIRK YIL SONRA

Takvimlerin 21 Mart 2013 ü işaret ettiği günün sabahı herkes  günlerdir “ Nevruz” üzerine yürütülen tartışmaların beklentisi ve heyecanı içinde idi. Biz ise evveliyatı 40 yıl öncesine dayanan dostluk ve arkadaşlarımız ile buluşmaya ayırmıştık bu günü. İstanbul Atatürk Eğitim Enstitüsüne girdiğim 1973 yılında ev,okul ve sınıf arkadaşlığı ile başlamıştı bu dostluk iki Mehmet Tunçel ile. Birbirinin amca oğlu olan bu iki arkadaşımız aynı adları taşıdığı için birisine “”Guççük Mehmet” diğerine de o günlerde biraz daha kilolu olduğu için “ Enli Mehmet” diyorduk Okulun yakınında önce onların kiraladığı ve benim de sonradan katıldığım bodrum katındaki bir evde başlamıştı hem öğrenciliğim hem de arkadaşlığımız. Daha sonra orasını su basınca yine o civarda bir apartmanın giriş katına hep birlikte taşınmıştık. Üç yıl süren ev,sınıf ve okul arkadaşlığı 1976 yılında okuldan mezun oluncaya kadar sürdü. Kader herkes için ayrı bir yol çizmiş olsa da zaman zaman buluşmamıza ve dostluğumuzun kaybolmasına engel olmadı.Belki 70 li yıllarda “40 yıl sonra kendinizi nerede nasıl görmek isterdiniz?” biçiminde bir soru sorulsaydı acaba hangimiz mevcut durumumuzu resimleyebilirdi?

moda

Birbirimize baktıkça kırk yıllık bir zamanın bedenimizde bıraktığı izleri iyice fark ettik. Giderek seyrelen ve beyazlaşan saçlar,deforme olmaya yüz tutmuş bedenler zamanın acımasızlığını ifade ediyordu. Ancak doğrusunu söylemek gerekirse “Guççük Mehmet” e zaman ve Tanrı biraz torpilli davranmış gibi geldi bana. Mezuniyetinin akabinde Almanya’ya giden ve hala da orada ikamet etmekte olan arkadaşımız Mehmet’in kardeşi Adem ve kızı Carolin’de bu buluşmamızı renklendiren özel ve önemli kişilerdi.

moda

Birlikte geçirdiğimiz bir kaç saat içinde tıpkı 40 yıl önceki heyecanı yaşayarak, deniz kenarındaki bir çay bahçesinde çaylarımızı yudumladık. Daha sonra balıkçıların bulunduğu ve öğrencilik yıllarımızda da uğrak yerlerimiz olan dar sokak aralarında gezindik.Yine o günlerdeki gibi midye tava ve kokoreç merkezli nostaljileri Adem kardeşimiz bize yaşattı. Ayaklarımız yıllar öncesinin alışkanlığı ile bizi Bahariye istikametine sürükledi. Her sınırlı zamanın sonu olduğu gibi bu buluşmayı da Bahariye’de vedalaşarak sonlandırdık. Hepinize teşekkürler arkadaşlar..