Tren yolculuklarını hep sevmişimdir. Şu an ikamet ettiğimiz Muratlı ilçesine geliş gidişlerde de hep treni tercih etmişizdir. Günlük olarak İstanbul, Halkalı’dan yapılan 3-4 tren seferinin son noktalarından biri Edirne diğeri ise Uzunköprü’dür. Bunların hepsi de Muratlı’dan geçtiğinden işimizi kolaylaştırmaktadır.
Varış noktalarından Edirne ile, öğrencilik hayatımın geçmesi ve daha sonraki seyahatlerden bir şekilde tanışıklığımız olmuştur. Fakat Uzunköprü benim için tam bir muamma idi. Bir türlü gidemediğim bu yerleşim yeri içimde bir merak yumağı olarak kaldı. İlçemize tren ile yaklaşık 2 saat uzaklıktaki bu coğrafyaya bir gün aniden eşim ile gitmeye karar verdik. 15 Ekim saat 14.00 te bindiğimiz tren bizi saat 16.00 civarında son durak olan Uzunköprü’ye getirdi.
Hepimizin üzerinde taşıdığı kimlik belgeleri son şeklini alana kadar epey aşama geçirdi. Bizlerin önceleri defter gibi kimlik cüzdanları vardı. Orada doğum yeri ve yılı yanında medeni hali ile ilgili değişiklikler, askerlik yoklamaları, muvazzaflık ve terhis bilgileri, yer değiştirme kayıtları, ihtiyat yoklamaları gibi durumların işlendiği sayfalar vardı. Daha sonra biraz sadeleştirilerek PVC ile kapattığımız erkekler için mavi kadınlar için kırmızı tek sayfadan ibaret kimlikleri kullandık. Günümüzde ise artık herkesin kullandığı minik -galiba çipli diyorlar.- kimliklerimiz var.
Sizler ne kadar farkındasınız bilmiyorum ama yeni kimliklerde ben doğum yeri ile ilgili bir kayda rastlamadım. Oysa eskiden bu kimliklerde İl veya ilçe olarak belirtiliyordu. Kimliklerde yazılı olan o coğrafyanın zihinlerde bir geçmişi ve anlamı vardı. Hatta insanlar arası ilişkilerde “Oraları çok soğuk olur”, “Ooo hemşerimsin”, “Benim oralarda öğrenciliğim geçti”, “Ben askerliğimi orada yaptım”, “Eniştemiz sayılırsın” gibi cümlelerle iletişimin önünü açan bir işlevi vardır. Artık böyle bir bilgiden yoksunuz yani.
Topu topu üç gece kaldığımız Bükreş seyahatimiz planlı programlı bir gezi değildi. Akışına göre otelin etrafında bizi adımlarınızın götürdüğü yerlerde dolaştık. Hava da yağmurlu olduğu için başka bir şansımız yoktu. Bir de önemli sayıp ziyaret etmeyi düşündüğümüz birkaç müzenin bizim orada bulunduğumuz pazartesi ve salı günü kapalı olması ister istemez bizi sınırladı. Ayrıca biz iş ziyaretinin parçasıydık ve bulduğumuzla yetinecektik.
Yakındaki dükkanların birinden iki de şemsiye alarak dar alandaki gezintilerimizi sürdürürken Komünizm Müzesi’ni gördük ve içeri girdik. Komünizm rüyası ne çabuk müzelik olmuş diye bir tebessüm ettim içimden. Kraliyet zamanında bir doktorun çalışma ve konaklama mekânı müze haline getirilmiş. Küçük balkonunda da son komünist başkan Nikolay Çavuşesku’nun pek fark edilmeyen mukavvaya tespit edilmiş resmi var.
Kökenimizin Balkanlara dayanmasına rağmen fırsatını bulup bu coğrafyadaki ülkeleri gezip görme fırsatımız olmadı. Çocuklarımız Bükreş’e birkaç günlüğüne yapacakları iş ziyaretlerini gerçekleştirirken bizleri de yanlarında görmek istediklerini belirtince fazla ikiletmeden bu davete icabet ettik. Onlar farklı yerlerden gelip biz de İstanbul Hava Limanından eklemlenerek Bükreş istikametine startı verdik.
Sabah saat 8:30 civarında kalkan uçağımız bir saat sonra Bükreş Henri Coandă Uluslararası Havalimanına indi. Bükreş Havaalanı gerek büyüklük gerekse hareketlilik olarak daha önce gördüğüm Amsterdam, Şangay, Hong Kong ve tabii bizim İstanbul Havaalanına göre biraz küçük, mütevazi ve sönük kalıyor. Havaalanından Uber vasıtası ile bindiğimiz araç bizi 20 dakikada şehir merkezindeki otelimize getirdi.
Hong Kong’ta geçirdiğimiz günlerin sonuna yaklaşırken küçük oğlumuz Gençer bizi buranın en popüler uğrak yerlerinden biri olan Hong Kong Park’a götürdü. Aslında bundan yedi yıl önce 2017 yılında burayı görmüş ve bloğumda HONG KONG GÜNLERİ / PARKLAR VE BAHÇELER başlığı altındaki yazımın son paragrafında buradan bahsetmiştim. İnsan uzun bir aradan sonra gidince daha farklı bir gözle bakıyor ve daha önce görmediği, farkına varmadığı güzellikleri de görebiliyor.
Göletlerdeki kaplumbağaları, rengarenk balıkları, mevsimlere göre yapılan çiçeklendirme tasarımları ile sanki ortam daha büyüleyici bir hal almış gibi. Arazinin eğimli yapısına uyumlu şekilde düzenlenmiş parkın üst yamacında oluşturulan cam serada farklı iklim özellikleri ve bunlara uygun olarak yetişen farklı bitki türleri gökdelenler arasındaki bu vahanın başka bir güzelliğini oluşturuyor. Bu gidişimde ayrıca parkın içinde yer alan ama fırsat bulup da göremediğim Çay Müzesi’ni (Flagstaff House Museum of Tea Ware) de ziyaret ettik.
Hong Kong’ta geçirdiğimiz günlerde uğrak yerlerinden biri de Bilim Müzesi (Hong Kong Science Museum) oldu. Tarih Müzesi ile karşı karşıya olan bu müzede yanımızda torunumuzla beraber gerçekten çok iyi zaman geçirdik. 1976 yılında tasarlanan, 1988’de inşaatına başlanan müze 1991 yılında hizmete açılmış.
Biz genelde müze ya da müzelik deyince eskiye ait olay durum ve objeler hatırlanır. Bu müzede ise daha çok bugüne ve geleceğe ait bir pencere açılıyor ziyaretçilere. Ayrıca çoğunluğu çocuk olan ziyaretçiler edilgen biçimde bir gözlemci olmak yerine bizatihi uygulamaların içine girerek olayları, deneyleri bizzat yaşıyor.
Biliyoruz ki toplumsal hayatta din, bireylerin ve toplumların dünyasında önemli bir olgudur. Ben de seyahatlerim sırasında yeri geldiğinde bu durum ile ilgili gözlem ve araştırmalarda bulunurum. Hong Kong ziyaretinde buna biraz zaman ayırdım.
Şehir devlet diyeceğimiz Hong Kong’da yaklaşık 7,5 milyon kadar insan yaşadığını daha önceki yazılarımda da belirtmiştim. Bu nüfusun içindeki dini inançlar ile ilgili sayı ve oranlar değişik kaynaklara göre farklılık göstermektedir. Hong Kong için ağırlığı yerel dinlerin oluşturduğu çok dinli bir toplum denebilir. Yerel dinlerin içinde Çin’e özgü Budizm, Taoizm ve Konfüçyüsçülük de yer almaktadır. Farklı istatistiklerde dinsiz olanların oranı da hayli yüksek görünmektedir.
Bir yeri gezmenin en zevkli yolu yaya olarak yollara düşmek bence. Bu amaçla ben de Ma Wan’dan 12:00 feribotu ile Central’e geçtim. Orada beni bekleyen küçük oğlum Gençer ile buluştuktan sonra gökdelenler tarlası içindeki caddeleri arşınlamaya başladık. Bu arada Hong Kong’un dünyada gökdeleni en fazla olan şehirlerin başında geldiğini hemen eklemeliyim. Köyden indim şehre misali şehrin en işlek caddesi olan Queen’s Road üzerinde ilerlerken hemen sağımızda gördüğümüz bir tapınak ilgimizi çekti.
1840’lı yıllarda inşa edilen, zaman içinde de bazı tadilatlara uğrayan yapının (Hung Shing Temple – Hung Shing Tapınağı) en önemli özelliği yamaçtaki kayalığa inşa edilmesi. Gerçekten tapınağın bir kısmı sırtını kayalıklara dayamış biçimde tapınağın içinde ve etrafında aynen yerini almış durumda olduğunu gördük. Tapınak içeresinde tütsü yaparak ya da kendi ritüelleri doğrultusunda ibadetlerini yapan insanlar vardı.
Yurtdışına yaptığımız seyahatlerinden dönerken çamsakızı çoban armağanı kabilinden eşe dosta ufak tefek hediyeler alıyorduk. Çin ve Hong Kong ziyaretlerinden dönüşte de aynı şeyleri yapıyorduk. Burada evlerde, alışveriş merkezlerinde çokça rastladığım, hediyelik eşya satan dükkanlarda da en çok rağbet edilenlerden bir tanesi de çeşitli renk ve büyüklüklerdeki kedi heykelciği idi. Biz de zaman zaman bunlardan alarak tanıdıklarımıza verdik. Ne var ki herkes tarafından rağbet görülüp alınan bu objenin anlamı ile ilgili sorulara çok doyurucu cevap veremediğimi de belirtmeliyim. Hele sürekli salladığı kolu ile selam mı veriyor, veda mı ediyor yoksa bizdeki argo anlamda hareket mi çekiyordu? Bu ve bunun gibi soruların cevap bulması gerekiyordu. Bu yüzden bu konuda artık bir yazı yazmak şart oldu diye düşündüm.
Çin ve Hong Kong mağazalarında bu şanslı kediye çok rastlanmasına rağmen birçok kaynaklarda çıkış yerinin Japonya olduğu belirtiliyor. Doğuşu ile ilgili farklı efsaneler söyleniyor. Japon hükümdarının avlanırken bir kedinin kendisine yol göstererek yıldırımdan koruduğu, hükümdarın ona minnettar kalarak korumasına aldığı biçiminde bir rivayet var. Yine başka bir söylentiye göre savaş sırasında yolunu kaybeden savaşçılara tapınağın yolunu göstererek savaşı kazanmalarını sağladığı ile ilgili bir efsane mevcut. Bir başka hikâyeye göre 1852’de İkoma’da yaşayan yaşlı bir kadın fakirlik yüzünden bakamadığı kedisini bırakmak zorunda kalıyor, ancak rüyasına giren kedi “Benim suretimde oyuncaklar yaparsan sana şans getiririm” diyor. Kadın bu sözü dinleyerek kedi şeklinde heykelcikler yapıp satıyor ve fakirlikten kurtuluyor. Bu ve benzeri efsaneleri daha da sıralamak mümkün.
Gerek Çin ve gerekse artık onun bir parçası olan Hong Kong bilim, teknoloji, ekonomi, alt yapı gibi konularda dünyanın önde gelenlerinden olmalarına rağmen geleneksel yanlarının da ağır bastığını söyleyebilirim. Hatta dahası, bazı alanlarda bizlerin hurafe ya da batıl itikat diyebileceğimiz uygulamalara bile rastlanıyor. Bunlardan biri de bizdeki 13 sayısına benzer biçimde 4 rakamının uğursuzluğuna inanmak. Öyle ki bazı durumlarda bu rakam ve içinde bulunduğu sayılar yok hükmünde oluyor. Mesela kaldığımız apartmanda daireye çıkmak için kullandığımız asansörün düğmesinde sayılar arasında 4’ü göremedim, ışıklı ekranda katlara çıkışı izlerken üçten beşe atlayıverdi. Bir de burada daire numaraları bizde olduğu gibi bir sıralaması yok, daireler katlara göre detaylandırılmış. Diyelim 8. Katta 4 daire var ise, daireler 8A, 8B, 8C, 8D şeklinde adlandırılmış.
Burada dikkatimi çeken bir başka bir şey de bazı yerlerde- sanıyorum Kennedy Town ve Repulse Bay idi- yükselen devasa gökdelenlerin orta yerlerinde oldukça büyük delikler vardı. Yapıdaki daire sayısını da epey azaltan bu duruma bir anlam verememiştim. Araştırdığımda öğrendim ki bu Çin’de beş bin yıllık bir geçmişi olan Feng Şui öğretisine dayanıyormuş. Feng Şui bir din ya da tarikattan ziyade içinde coğrafya, matematik, felsefe, estetik gibi unsurları barındıran bir öğreti diyebileceğimiz bu anlayış ve nihayetinde insanların daha mutlu, daha sağlıklı ve dengeli hayat sürmesini hedefliyor. İşte kısaca açıklamasını yaptığımız bu inanca göre, gökdelenlerdeki ejderha kapıları dediğimiz bu devasa deliklerden ejderhaların dağlardan okyanusa doğru her gün uçarak pozitif enerjinin binaya akmasını sağlıyor. Bize tuhaf gelse de saygı duymak lazım.