2022 yılına girdiğimizde iki yıldan fazla tüm dünyayı etkisi altına almış olan Covid-19 belası insanlığın korkulu rüyası olmaya devam ediyordu. Dünyada altı milyondan fazla, ülkemizde de yüz bine yakın can kaybı yaşandı. Hastalık ise adeta bütün insanlarla alay edercesine Alfa, beta, gama, delta, omikron gibi varyantlarla varlığını sürdürmeye devam ediyordu. Bu süre boyunca birçok alışkanlıklar değişmiş, birçok şeylerden vazgeçilmiş veya ertelenmişti. Bütün bunlara rağmen toplum yavaş yavaş eski rehavetine dönmeye başladı. Birçok insan aşılarını yaptırmış olmasına güvenerek ipin ucunu iyice salmaya başladı. Fakat biz hala az sayıda da olsa endişeli grupta yer alıyorduk. Maske, mesafe ve hijyen adeta bize yapışıp kalmıştı. Ne uzaklarda olan sevgili çocuklarımıza gitme planı yapabiliyorduk ne de onların gelme ümidini vardı. 2 yıldan fazla görmediğimiz torunumuz ile sadece görüntülü görüşme şansımızdı tek tesellimiz.
Tam bu belirsizlik ve bunalmışlık dönemi içinde Hong Kong’daki büyük oğlumuz Dinçer’den Türkiye’ye bir süreliğine geleceklerini, şirketlerinin Covid tedbirleri kapsamında evlerinden çalışmaya izin verdiklerini, Antalya’da hem kalmak hem ofis gibi kullanmak için ev kiraladıklarını bildiren haberini alınca günlerdir, aylardır yapamadığımız plan kendiliğinden oluvermişti. Şubat ayı itibarı ile (2+3) 5. aşımızı da yaptırmış olarak yolculuğa hazırdık. Martın ilk günlerinde Antalya’daki evimize ulaştık. Oğlumuzun kiraladığı ev de bize 500 m. kadar yakınlıkta idi. Ancak onlar henüz gelmemişti. Bir süre sonra onlar da geldi gelmesine ama vuslat hemen gerçekleşmedi tabii ki. Bizim hassasiyetimizden aşağı olmayan çocuklarımızın hassasiyeti ile birkaç gün daha bekleyip herhangi bir hastalık belirtisi olmaması durumunda fiziksel olarak da kavuşmayı planladık.
Ve beklenen gün geldi. Torunumuz Ada’nın bakıcısı ile evlerinin karşısındaki parkta olduğu haberini alınca artık bizi kim tutardı. Beş dakika sonra parka gelmiştik. Oyun alanında fazla kimse yoktu. Onları tanımamız da zor olmadı. İsmiyle seslendiğimizde hiç yabancılık çekmeden bize koşmaya başladı. Tedbiren onda ve bizde de maske olduğu için bir süre öylesine bakıştık. Bu bakışlarda şaşkınlık, kararsızlık, özlem, heyecan, ışıltı, velhasıl insana ait her şey vardı. Orada biraz vakit geçirdikten sonra beraberce çocuklarımızın evlerine gittik ve iki senelik özlemi sonlandırdık.
Bundan sonraki günlerimizin rotası artık belliydi. Zaten biraz geciksek Ada babasının telefonu aracılığı ile bu daveti bize hatırlatıyordu. Bu durum artık onun için o kadar cazip hale gelmişti ki bunu daha fazla uzatmak hatta kalıcı kılmak için “Gitmeyin, keşke karşı dairede de siz otursanız” gibi çözüm yolları üretiyordu. Onun uyku saatine kadar olan zaman artık serbest bir etkinlik zamanı idi bizim için. Anne ve babası masalarında mesailerini sürdürürken meydan adeta bize kalıyordu. Bu konularda babaannesinin (sevgili eşim Nuray) çok daha fazla mesai harcadığını itiraf etmeliyim. Beraberliklerin merkezi ve yetkilisi sadece Ada idi. Fiziksel hareketliliğine ve zihinsel yaratıcılığına yetişmekte zaman zaman zorlanıyorduk. Her şey adeta kendiliğinden gelişiyor ve akışına göre devam ediyordu. “Babaanne hadi cacanın (amcası Gençer’in) doğumunu anlat, Hadi Suzi hasta olmuş hastaneye gelsin ben hemşire olacağım, dedem doktor olsun” diye başlayan bir drama üzerinde vaktin nasıl geçtiğini fark etmiyorduk. Bir başka gün “Sen Komiser ol ben polis olayım, Suzi hırsızlık yapmış olsun, onu polisler götürsün” ile başlayan senaryo adliyeye savcılığa ve cezaevine kadar uzanıyordu. Bir başka günün konusu da “Suzi okula gidiyor derslerini çalışmamış. Babaanne sen öğretmen ol, dedem müfettiş olsun, ben de müdür olayım, Suziye soru sorun bilemesin” şeklinde bir senaryo oluyordu. Canlandırılacak durumun en ince ayrıntılarını kendisi planlıyordu. Bazı günlerin konusu kedi kızımın maceraları idi “Kedi kızım nasıl kayboldu, nasıl çekyata saklandı” uzun uzun -daha çok babaannesi tabii- anlatıyorduk- Aynı hikâyeyi defalarca anlatma durumunda kaldığımızda doğaçlama sebebi ile farklı bir şey eklediğimizde “Orası öyle değildi gibi” düzeltmelerde bulunuyordu.
Antalya’da geçirdiğimiz -ki bunun içinde dayanılmaz denilen temmuz ayı da vardı- süre bize çok büyük bir armağan idi. Her beraberliğin sonunda gelen ayrılık zamanı da gelip çatmıştı. Onların Antalya’daki ikametleri sürerken o sırada bizi bekleyen bir başka torunlumuza kavuşmak, büyüklerimize karşı bazı sorumlulukları yerine getirmek için o sırada oraya gelmiş olan küçük oğlum ile Antalya’dan ayrıldık. Akşam yaşadığımız ayrılık sırasında Ada’nın yüzünde olayı tam olarak anlayamamış olmanın şaşkınlığı vardı.