Havadan sudan konular gündemimizi işgal etmeye devam ediyor. Bana göre konuşmaya bile değmeyecek konularda fırtınaların koparıldığını görmek beni hayretlere düşürüyor. Bunlardan birisi de İBB Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun gezisini takip eden gazetecilerin kimlikleri üzerinden yapıldı. Haber medyada “İBB Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun iki gün süren Karadeniz gezisini İsmail Saymaz, Akif Beki, Nagehan Alçı, Özlem Gürses ile birlikte çok sayıda gazeteci takip etti.” şeklinde yer aldı. Ben göreve geldiğinden beri İmamoğlu’nun Belediyecilik hizmetleri dışında konular ile gündeme gelmesini anlamış değilim.
Öncelikle ben basının, medyanın, demokratik hayatın tek sesli olmasının doğru olmadığına inanırım. Günümüzde olduğu gibi gazeteci süsü verilmiş kişilerin eline verilen soruları sorması, sorulardan önce cevapların promptere yansıması gibi durumları çok trajikomik bulurum. Acaba İmamoğlu bu yaklaşımı ile bu ezberi bozmak mı istemiştir diye aklımdan geçmedi değil. Çünkü kendisi çalıp kendisi oynayan, ya da körlerle sağırlar birbirini ağırlar misali kapalı devre bir iletişim stratejisinin alıcısı olmayacağını herkes fark etti artık. Yelpazenin farklı taraflarında olsalar da oldukça nitelikli iş yapan, ilkeli ve özgürce soru sorabilen gazetecilerle yola çıkmasını çok daha kıymetli bulurum. Tabii ki Nagehan Alçı da bunlardan biri olabilir mi doğrusu tam olarak emin değilim. Sicilinde hatırlatılınca mahcup olacağı epey bir bagajı var çünkü. Belki de İmamoğlu “Ben ne kadar yüce gönüllü, kucaklayıcı, biriyim. Mevlana’nın Ne olursan ol yine gel dediği gibi Nagehan Alçı’ya bile dergahımda yer veriyorsam anlayın ki benden başkası 84 milyonu kucaklayamaz” mesajını mı vermek istemektedir. Bu tepkilerin çoğunun İmamoğlu’nun önünü kesmek için troller tarafından yapılmış olabileceği ihtimalini de bir yerlerde saklı tutuyorum. Netice olarak demokrat olmak zor zanaat, senin gibi düşünmeyenlere, hatta gıcık olabileceğin tiplere anlayış ve tahammül göstermek bir yana gösterdiğin bu tahammüle tepki gösterenlere de tahammül gerektiriyor bir yerde.
Geçtiğimiz aylarda Ali Babacan’ın ODTÜ’ye gitmesi ile ilgili de benzer tepkiler yaşandı. ODTÜ’lü gençlerin defol, giremez gibi pankartlarını görünce 50 yıldır hiçbir şeyin değişmediğini üzülerek hatırladım. O zamanlarda okullar parsellenmiş, şunlar giremez, bunlar giremez, onlara burası mezar olacak gibi sloganları hatırladım birden. O zaman kim, kimin yerine kimi sokmuyor diye düşünülmüyordu. Sıkılan yumruklar düşmanlar ve düşmanlıklar üretiyordu habire. Kaybolan hayatlar, düştüğü yeri yakan ateşler, anaların yüreğine düşen ömür boyu demir atmış acıları dindirmeye. “… ler Ölmez” sloganları yetmiyordu. Biat etmeden, ikna etme mecburiyeti yaşamadan keşke herkes her yere elini kolunu sallayarak girebilse, herkes birbirini dinleyebilse birbiri ile konuşabilse belki her şey daha iyi olurdu. Bülent Ecevit ile Alparslan Türkeş keşke birbirlerine duydukları saygı ve muhabbeti hayatlarının son günlerine saklamasalardı.
Buradan bir Ali Babacan mağduriyeti çıkarmak gibi bir niyetim olduğu sonucuna varılmasını istemem. Deva partisi ile de bir ilgim alakam yok. Hatta protesto edilmesine de karşı çıkmam. ODTÜ üniversitesi gibi seçkin beyinlerin bulunduğu bir Üniversitede birçok örnekleri yaşandığı gibi daha zekice, mizahla da taçlandırılmış seviyeli bir karşılama olmalıydı. İllaki çiçeklerle karşılayıp “En büyük Babacan bizim Babacan” diye slogan atılması beklenmez elbette. Mesela gelişinde yol boyunca dizilip alkışlamak yerine sırtınızı dönüverirsiniz, ya da konuşmanın yapılacağı salona hiç gitmezsiniz boş koltuklara konuşmasını sağlarsınız, ya da konuşmaya katılıp çok hazırlıklı, akıl dolu ve esprili sorular ile boncuk boncuk ter içinde bırakırsınız. Yani demem o ki yapılacak dünya kadar şey varken, yapılmaması gereken en son şeyi yapmak yıllar öncesinin ucuzculuğuna ve kolaycılığına kaçmak gibi geliyor bana.