AKIŞINA BIRAKMAK (2)

Yaşı benim gibi yetmişi aşan kişilerle birlikte bir an gözlerimi kapatarak kendimi 60’lı yıllara ışınlamak istiyorum. O zaman Türkiye’nin 25-30 milyon nüfusu var. Bunun yaklaşık %30’u şehirlerde, %70’i köylerde yaşıyor. Bizim gibi kırsalda yaşayan çocukların ulaşabileceği eğitim kurumu ilkokul ile sınırlı. Bundan sonrası için kasaba ya da ilçelerdeki dost ve akrabaların yanında geleneksel dayanışmanın katkıları ile ortaokula da ulaşmak mümkün. Lise seviyesindeki eğitim kurumları sadece il merkezlerinde ya da göreceli olarak büyük ilçelerde var sadece. Ama gel gör ki bütün bu sınırlı imkanlar ve yokluklar içinde hayallerimiz vardı. Mutlu yarınlara ulaşma ile ilgili bitmek bilmeyen hayallerimiz.

Hayallerimizin çıkış noktasının ilk durağını “Kısa yoldan hayata atılmak” olarak tarif edebilirim. Bunun için de ilkokulu ve ortaokulu bitirince girilecek okullar ile ilgili olarak yapılan sınavlar çok önemliydi. İlköğretmen okulu, askeri okul, ziraat okulu gibi okullar ilk akla gelenler. Onların arkasından sanat okulu (Sanat enstitüsü), ticaret lisesi ve normal liseler de seçenekler arasında idi. Çoğunluğu yatılı olan bu okulların sınavlarını kazananlar için “Hayatını kurtardı” cümlesi kurulurdu. Bundan sonrası sadece okulda başarılı olmak ile ilgili idi.

Hatırlıyorum da İlköğretmen Okuluna kaydolduğum günden itibaren ben ve benim gibi birçok arkadaşım öğrencilerine kavuşmanın hayali ile yanıp tutuşmaya başlamıştı bile. Üç yıl eğitimin sonunda mezuniyeti takip eden 1-2 ay içinde adresimize gelen yarım dosya kâğıdı üzerine daktilo ile yazılmış “……İli emrine stajyer öğretmen olarak atandınız…” yazısı elimize ulaştığında sevinçten uçuyorduk. Çoktan beri hazırlanan bavullar alınıp köy yollarına düşülmüştü hemen. O zaman devlet bu günkü gibi verdiği bursu faizi ile geri isteme gibi bir garabete imza atmamıştı.  Yatılı okunan her bir yıl için devletin gösterdiği yerde 1,5 yıl hizmet etme yükümlülüğü vardı sadece. Ancak bu yükümlülük yerine getirilmediğinde devlet yaptığı harcamayı geri istiyordu. Mezuniyet sonrası atanmak için yazılan 3 il sadece formalite idi. Bunun için de birçok mezun arkadaşımız hayallerinin ve ideallerinin coşkusu ile bu bölüme “Türk bayrağının dalgalandığı her yer” yazıyordu. İnanır mısınız, bu veya diğer okulları bitirenlerin birçoğu bir şekilde iş güç sahibi oluyordu. Üniversite ve yüksekokullara girmek için ise lise mezunu olmak gerektiğinden o yıllarda üniversite girişi ile ilgili fazla bir sıkıntı yaşanmıyordu. Ya da vardı da biz farkında değildik. Bu arada lise mezunu olup diğer okulların fark derslerini vererek hayata atılan ya da diğer okul mezunları olup lise fark dersleri vererek üniversite istikametinde kulvar değişikliği yapanlar da oluyordu.

Bütün bu anlatılanlardan sonra bugünün dünyasına bakarak “Nerede o eski günler, biz o zaman fakir ama mutluyduk” şeklinde geçmişe öykünmek de istemem. Elbette o yıllarda ilkokul öğretmeni olmak için lise seviyesindeki bir eğitimin bugün için yeterli olmayacağını kabul ediyorum. Bunun gerekli tüm donanımları ile birlikte hayatın olağan akışı, istek, ihtiyaç ve kabiliyetler denkleminde planlanarak lisans, hatta yüksek lisans seviyesine çıkarılması zaruretine yürekten katılıyorum. Ancak günümüzün eğitimini adeta hormonlu ve obez yapıya dönüştürmeden gerçekleştiremez miydik? Bunu Cumhuriyeti kuranların o günkü şartlarda oturttuğu ana iskelet ve omurga üzerinden yapılması daha doğru olmaz mıydı? Üniversiteye girmenin ayrı bir dert, girip de bitirmenin ayrı bir dert, bitirirken ve bitirdikten sonra en yüksek puan almanın da işe yaramadığı mülakatla sulandırılmış KPSS’lerin dayanılmaz travmasının ayrı bir dert olduğu herkesçe biliniyor. Bu durumlar gençlerimizin hayatını da hayallerini de tüketiyor ne yazık ki.  Doktorların bile geleceğini yurt dışında arayacak bir noktaya geleceğimizi kim hayal edebilirdi ki?

Tagged: Tags

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *