Sağlık problemleri ve hastanelerle ilgili yaşantısı oldukça çeşitlilik gösteren babam, zatürre ve bronşit karışımı diyebileceğimiz rahatsızlığından dolayı Tekirdağ Namık Kemal Üniversitesi Tıp Fakültesi, Eğitim ve Araştırma hastanesine yatırıldı geçtiğimiz günlerde. Hastanenin 313 numaralı odasını kendisi ile birlikte dört hasta ile paylaştığı süre içinde ben, amcam, kız kardeşim ve onun eşi vardiya usulü refakatçilik görevini yüklendik.
Babamın tam karşısında yatan ve 53 yaşındaki memur emeklisi Fahrettin bey de bizimle aynı gün dahil oldu odanın kadrosuna. “ Ben de Lenfoma var,ben lenf kanseriyim. Tekirdağ’daki Üniversite hastanesinde tedavim başlayacak. Kendime ve buradaki doktorlara çok güveniyorum. Ancak daha önce böbreğim ile ilgili rahatsızlığımdan dolayı diyalize girdim ve tedavim devam ediyor. Her gün içtiğim suyu ve çıkan idrarı ölçüyoruz.” şeklindeki telefon konuşmalarından kendisinin yaşadığı sağlık problemi hakkında fikir sahibi olmuş olduk. Sıradan insanlar için kanser sözcüğünün son derece ürkütücü ve moral bozucu etkisi yerine Fahrettin beyde bu teşhise karşı son derece öz güvenle adeta rakibini gözüne kestirmiş bir boksör edasıyla “Gel de hesaplaşalım” dercesine mücadeleye hazır görünmesi çok etkileyici geldi bana. “Hanım şu aynayı ver de kemoterapi öncesi dökülmeden şu saçlarımın bir güzelliğini seyredeyim” diyerek de hastalığını bir yandan da tiye alıyordu. Ne var ki, takılan sondalar, diyaliz macerası, verilen serumlar, muhtemel kemoterapi uygulamalarına karşı son derece cesur olan Fahrettin beyin ellerinin titrediği, korktuğunun yüzünden anlaşıldığı bir durumu fark etmekte gecikmedik. Hemşirenin “Fahrettin bey uzatın parmağınızı bir kan şekerinize bakalım” diyerek bir damlacık kan çıkarmak için sivri ve kesici aleti batırdığında kendisi en büyük korkuyu yaşıyor. Zaten “Damarımdan ne alırsanız alın da şu işi yapmayın” diyerek bunu itiraf da ediyor.
Babamın çaprazındaki Levent bey ise bir aydan fazla ikameti ile en kıdemli olmanın avantajını kullanarak “Ben koğuş ağasıyım” esprisini yapıyor. Kendisinin yüksek şeker ile ilgili rahatsızlığın olduğunu öğrendiğimiz bu hastamız da yine 50 li yaşlarada. Hastanede uzun süre kalmanın getirdiği tanışıklıkla birlikte bazı becerileri geliştirdiğini fark ediyoruz. Kendisinin ve diğer hastaların serumunu çıkarmakta hiç zorlanmıyor. Rahatsızlığından dolayı ayağından geçirdiği ameliyat sonrası doktoruna çok güvendiğini söylüyor. “Doktorum seni iyi etmeden buradan salmam diyor” sözlerinden de bunu anlayabiliyoruz. Sıklıkla yapılan insilün ve parmağından kan örneği alınması sırasında Fahrettin beyin tam tersine bunu son derece kolay yapıyor. Bazen hemşireler “Levent bey kan şekerinize bir bakalım” dediğinde uyku ile uyanıklık arasında parmağını rahatlıkla uzatıyor
En son hastamızda yine 50 li yaşlarda ve babamın hemen solunda yatan dördüncü hasta oluyor. Sürekli inlemesinden,oflamasından belki de koğuşun en çok acı çeken hastası olduğunu düşünüyorum.”Çok ağre beyaa…çok sancı var beyaaa” şeklindeki söylemlerinden, vücut hareketlerinden ve yüz ifadesinden bu çok net fark ediliyor. Kendisine iki ablasının sırası ile refakat ettiği hastamızın mahiyetini tam olarak bilemediğim karaciğer rahatsızlığı geçirdiğini öğrendim. Hemşirelerin zaman zaman yaptığı ağrı kesicilerin de yeterli olmadığı hemen anlaşılıyor. Bu ortamda babam dahil herkesin ne kadar kalacağını ise kestirmek mümkün olmuyor. Her birinin en kısa zamanda sağlığına kavuşup bu mekanı terk etmesi en samimi dileğimiz ve duamız olarak dökülüyor dudaklarımızdan.
Şurası var ki ufak tefek eksikliklerine rağmen hastane personelinin tavırları hoşuma gitti. Eskiden gördüğümüz burunlarından kıl aldırmayan ve alçak dağları ben yarattım havaları yok. Konuşmalarında, yaklaşımlarında son derece samimi kibar ve iletişime açık insanlar olarak gördüm kendilerini.
Çok sevdiğimiz ve şimdi rahmetli olan Salih Otoran adlı bir hocamız vardı. “Zaman izafi bir kavramdır, uzunluğu ve kısalığı duruma göre değişir. Sevgili ile geçen 3 saat, kızgın bir metal üzerinde geçirilen 3 dakikadan daha kısa olabilir” derdi. Zamanın bu göreceli durumunu burada hem hastalar hem de refakatçiler için geçerli olduğunu söyleyebilirim. Hastanede zaman diğer coğrafyalara göre daha uzun ve daha yavaş ilerliyor sanki. Özellikle de geceleri iyice ağırlaşıyor. Hastaların yaşanan saatle ilgili olarak “ Hala mı on iki, hala mı bir buçuk” yakınmalarından zamanın adeta geçmemek, ilerlememek için direndiği kuşkusuna kapılıyor ve bir an önce günün ışımasını sabırsızlıkla bekliyorsunuz. Neyse daha fazla uzatmadan halkımızın sağlık kuruluşları ve görevlileri ile ilgili asırlık bilgelik geleneğinden süzülmüş “Allah düşürmesin Allah eksikliğini de göstermesin “ sözü ile bitirelim en iyisi yazımızı.